NotesWhat is notes.io?

Notes brand slogan

Notes - notes.io




-AŞK-


Bir zamanlar, şu an bile hayret ettiğim, akıl almaz bulduğum saf biri olduğumu hatırlıyorum. O zamanlar, yaşamım boyunca çektiğim tüm sıkıntıların çilelerine tek bir kutsalın umuduyla göğüs gererdim. Tek bir kutsal dedim, fakat bu keskin köşeli cümlenin muhteviyatını anlat desen, ne şu an anlatabilecek cesaretim ve mecalim var, ne de dile dökülünce cümledeki gibi tek parça kalacaktır. fakat insanlıktan nasibini almış her insan, “mutluluk” kelimesinin de zeka gibi bir tekillik içerdiğini, çağımızdaki tüm saçmalıklara rağmen mutluluğun sadece resminin, sadece sesinin olabileceğini bilir. böyle bir şeyin ifadesi olmaz.

İşte o zamanlar, yapayalnız bir yaşamda olduğumu farketmeyecek ya da umursamayacak kadar kördüm. Saflık, çocukluk, bir adamın yüreğinin temizliğindeki manevi bekaret. Yürekliliktir bu, ve sadece bu yürekliliğin içinde güzel bir şeyler yeşerebilir.

Açıkçası ne yazdığımı da bilmiyorum, o geçmiş zamanın sonunda bir gün garip bir şekilde biriyle tanıştım, ve ona hissettiğim her şeyin beni nasıl yaktığını unuttuğumu sandığım bunca seneden sonra şimdi hatırlıyorum. Hayatındaki en anlamlı şey nedir deseler, bir cevap veremem fakat ilk aklıma gelecek şey, o saf zamanlarda hissettiğim her şey olacaktır. Yaşamımın bir özeti, ve yaşamın tüm dilekçelerime verdiği özet olarak yaşadığım acı, yüreğimin, göğsümün altında sakladığım sızı, kelimeler bile dökülemiyor.

Bunca zaman geçmiş, kendi başıma kaldığım şu an, ansızın hatırladım tüm bunları. Yaşamın attığı tokatı gururuma yediremediğim için, sadece canlı kalmaya, sadece yaşamaya çalışarak geçirdim o zamanlardan bu zamanlara şimdiki aklım olsa o zamanki kadar saf biri olur muydum, o çocukluğu aynı şekilde yapar mıydım, yapamazdım. Şimdi ise anlam verdiğim sadece o zaman hissettiklerim ise, ruhu kirlenmiş, ama gene de hayata son kalesini vermemiş biriyim o halde. İşte eskiden hakkında rahat rahat yazabildiğim konunun üzerine çekilen örtünün, suskunluğun sebebi ancak bu olabilir.

Kıvırmakta tereddüt etmeyen insanların çokluğu oluşturduğu bu orospu dünyada, yaşamak adına bizler neye dönüşüyoruz? aklımdaki tek cümle, budur şu an. Suç kimde bilmiyorum, ama bu olup biten yosmalığın hiçbir haklı sebebinin olmadığını, göğsümdeki ağrı senelerden sonra bir iki eğreti gözyaşına dönüştüğünde, boğuk bir sesle ayrılık şarkısını mırıldandığımda anlayabildim. Belki mutsuz yaşadım, tüm gücüme rağmen hayat beni bir yerlere fırlattı, ben de dert etmedi, canlı kaldım, bununla övündüm bile, ama geldiğim nokta budur. Ne diyeyim şimdi, ne söyleyebilirim.

Daha fazla şey söylenmeli belki, içimde çok şey var, saklıyorum bunları ama neden? eskiden yazdım da ne oldu, belirsiz bir şeyin suçluluğunu yaşıyorum, kendimi kandırılmış hissediyorum, defalarca bir şeyin önünde diz çöküp “nerede yanlış yaptım, nerede yanlış yaptım” diye eğilmek, alçalmak istiyorum hem de hiçbir günahım olmadığı konusunda şüphesiz olduğum halde. Bir erkeğin içinde hissettiği, sevdiğine sahip olamadığında, parmaklarının arasından hayatındaki en değerli şeyi kaybettiğini düşündüğündeki hali işte budur. Gözüm yıllarca kimseyi görmedi, kendimden farklı bir başkası olmaya çalıştım, olamadı, ne olduğumu sorguladım defalarca, ölmeyi hatta öldürmeyi düşündüm, kıskançlığı ilk defa tattım, bütün dünyayı yakıp yıkabileceğime ilk defa inandım, bütün bir yaşamın mutsuzluğunu bir kişinin kalbinin fethiyle kalbime iade-i itibar yapılacağına ilk defa inandım, ve ilk defa böyle bir büyüklükte hayal kırıklığı yaşadım. Sanki dev bir dağ idim sevgisini göstermeye gücü yetmeyen de bütün enerjisini püskürdüğü lavlarla tükettikten sonra eski bir heybetli antika gibi kenara atılmışım. Ruhumun aldığı yaraları tarif etsem, yarın canım işe gitmek istemez, aynı orospuluğu nasıl yapıyorum her gün bilmiyor kimse, manası gitmiş bir yaşamı canlı kılmanın içimi nasıl çürüttüğünü kim bilir. Unutulacak kadar geçti herhalde 4 sene, zaman her şeyin ilacı derler, gözleri yuvalarında kaybolan çirkin yaşlı amcaların/teyzelerin lafıdır bu, ilaç dediğin şey sadece gençliğini alıp seni yatıştıran bir şey, karda uyumak gibi.

Özlüyorum evet, belki yıllar içinde acısını attım bir kenara, belki bir başkasını aynı kuvvette sevebileceğimi düşlediğim için unutmak istedim, kendimi kandırdım, yediğim yumruğun haddi hesabı yok, aşk insana kendisini tanıtıyor herhalde, sevdiğim insan hayata karışamadığım için bende bir mana bulamayıp çekip gitti gibi hissediyorum, ben ise “bekle bende ne numaralar var, hayata ve şeytana pabucunu nasıl ters giydireceğim, elini omzuna koy ve sana göstereyim göğsümün altında nasıl hazineler sakladığımı, aslında ne kadar güçlü olduğumu, her zaman yapmak istediğim gibi hayatı nasıl şaşırtacağıma ortak ol”. Böyle düşünüyordum, olmadı, gecenin köründe beşiktaş sahilinde rüzgarın süpürdüğü tükenmiş sigara izmaritleri gibi gitti bitti her şey.


Bundan bir iki sene öncesine kadar yazamazdım bunları, utanıyordum çünkü, ama şimdi bir hiç olduğuma göre, ve kendini bu hiçliğe rağmen yaşatacak kadar yetişkin (ve dolayısıyla kaybetmiş) biri olduğuma göre, hayata koyacağım basit bir tavır vardır. İdama götürülürken bile, ayak sehpahasını kendi ayağıyla itip dik başıyla ölüme gitmiş gibi hissediyorum. O yüzden bir ara yazıp sonrasında sildiğim aşk hakkındaki yazdıklarımı anca şimdi salıverebiliyorum.


Meçhul tarihçi, meçhul insan, veyahut değişik maskelerde kendisi hakkında çok şey söylenebilirdi , çok da şey söylenecektir, söylenmelidir, artık hayatın bu betonarme pespayeliğine, bu mekanik griliğine doğru dürüst bir cevap, bir tepki konmasının vakti çoktan gelmiştir.

Çünkü bizler;

İnsan vasfına sahip olanlarız, salt iki ayaklı olmanın ötesinde, nefes alıp vermenin ötesinde, nefes alıp vermek ve iki ayaklılık kadar sığ tanımlanabilecek yaşamları reddedenleriz. Bize gerçek diye yedirmeye çalıştığınız yalanlara karnımız tok, bize eğlence diye yutturmaya çalıştığınız yavşak, beş para etmez aburcuburlara karnımız tok, midemiz bozuldu, ishal olduk, sıçtık ve üzerine sifonu çektik çoktan. Artık güzel şeylerden, gerçekten güzel şeylerden bahsetmek istiyoruz, bize yedirmeye çalıştığınız yemeği kusuyoruz, böylesine yaşamayı reddetiyoruz, kabul etmiyoruz, isyan ediyoruz, hep beraber toplanıp okullarınızı yıkacağız bir gün, çocuklarınızı sizlerden ayıracağız, onların zihnini açacağız, onlara hakikatlerden ve güzelliklerden bahis edeceğiz, ruhları, ruha sahip olan çilekeşleri özgür bırakacağız, gün gelecek çadırınızı başınıza yakacağız, afedersiniz, bize güzel hiçbir şey vermediniz ve pespayelikle sığlıkla yetinmemizi istediniz.

Canınıza okuyacağız !

Nereden başlamalı, nereden anlatmalı bu mühim meseleyi. Evet, ortada son derece ciddi, son derece açık ve seçik ve bundan ötürü belirsiz ve muğlak bir mesele var. Tarih, sosyoloji, matematik, fizik, kimya, biyoloji, loji, loji, lojilerle örttüğünüz, insan ruhu ile hakikatler arasına duvar örerek gizlediğiniz bir mesele var. İnsan ruhunun kutsallığı adına açık edilmesi gereken insani bir mesele var. sadece lojilerle değil, dini de kullanarak örttünüz meseleyi, en büyük günahı işlediniz, bu dünyayı mahvettiniz, hilelerinizle, fesatlığınızla, güzeli örterek ve sürekli sürü psikolojisini kullanarak bir oldunuz ve örttünüz. Halbuki mesele, 3 yaşındaki bir bebek için bile çok açık ve seçik, hatta çoğu yalnız yetişkin için bile, yani yataklarına melankoli ile saklanan, insanlığını unutmamış her insan için son derece açık. Halbuki mevcut sistem, dünyanın gidişatı, yaşam karmaşası, işte bu yarattığınız makine ve kaos, gizledi onu bizden, bizleri bu cehennemin dibine fırlattı ve “hadi eğlenin soytarılar!, eğlenin, aranızdan kral çıplak diyen de çıkacaktır ama kimin umrunda. Çıldırın, eğlenin, delirin,kral çıplak ve trompet çalıyor, hepinizle dalgasını geçiyor!” Dedi. evet, gerçekte demedi bunu, ama bundan beteri oldu işte, görüyor, biliyor ve susuyorduk, sadece katlanıyorduk. Şimdi işte, isyan ediyoruz.

Biz eki kullanıyorum, neden ? Kardeşlerim adına, ben gibi insanlar adına, kendim adına, bizzat varoluşuma duyduğum saygı ve bağlılığın evrensel bir insancıllığı taşıdığına olan inancımla, ve bu inançtan ötürü kendim gibi kardeşlerimin de aynı güzelliğe, yani cennete duydukları aşk adına.

Ve siz diyorum dikkat ederseniz. Siz kimsiniz ? Evet bunu da tanımlamalı. Bu dünyayı bu karmaşaya sokanlar, hile ve fesat düşünenler, kötü insanlar, başkalarını ezenler, güzellikleri örtenler, canları istediği gibi dünyayı yönlendirdikleri sanrısı içinde olanlar, sonunda af dileyecek kimseyi bulamayacak kadar vicdanı ile başbaşa kalıp gözyaşları içinde boğulmaları gerekenler. yani üç kuruşluk işler için cehaletle, estetik noksanlığıyla bu hayatın ışığını karartanlar, örtenler, insanın baz alındığı bir anlayışa, aşk merkezli bir bakış açısına göre kafirler.

Yani;

Bu hayatı bu kadar mekanikleştiren, ruhsuzlaştıran, bizleri makine ve robot yerine koyan, sığ yaşam algılayışlarıyla, sinsi ve kolay uyum sağlamanın ötesinde bir zekaya sahip olmamalarıyla, bu yaşamın asalakları, görünmeyen ama bilinen aşağılık insanlar. Yani sesli çoğunluk !

Meselemiz nedir peki ? Neden bu kadar kızgınız(m), neden bu kadar isyankar bir halde ateşin içinde buldum kendimi şu an, şu vakitte. Kime anlatıyorum derdimi ?(bizlere), bu olayı neden bu denli yüceleştiriyor, tanrısallaştırıyorum.

Çünkü yaşamı umursuyorum, insanı umursuyorum, insan olma vasfını seviyorum, insanları, biçimlerini bir kenara atarak salt insan oldukları ve insani bir doğaya sahip oldukları için seviyorum, seviyorum, onları ve onları var eden bu yaşamı, bütün karartısına, bütün karanlığına ve ümitsizliğine rağmen işte bu sevgi bana kendimden utanmadan bunları böylesine cesurca ve sonsuz bir umutla söylememe vesile oluyor. Çünkü biliyorum, bu hislere ters esen rüzgara rağmen, bu sözlerdeki sesin hızına karşı gelemez rüzgar, biliyorum, orada bunları duymaya aç olan birileri, yani sessiz bir azınlık var. Muhatabım onlardır, ve ben de o açlığın sesi olmak istiyorum. Hani bir yerde “insan, yaşamında böyle bir patlama yaşamış mıdır hayatında” diyordu, ya Dostoyevski ya da Oğuz Atay hatırlayamıyorum, zaten ikisini de birbirinden pek ayıramıyorum. İşte bu böyle bir patlama, böylesine bir boşalma, böyle bir isyan. Belki kendimi rezil rüsva ediyorum, (zaten hep bu korkulardan ötürü uzak kalmadık mı hayallere?) ama umrumda bile değil, bir mesele var ortada ve bir hakikat var, bunu, yani derdimi anlatmak istiyorum. Bunu yüceltiyorum öncelikle.
yaşamın amacı nedir ?

Bu çok saçma sapan bir soru, çünkü doğduğumuz gibi yaşarız. Bir amacımız yoktur. Biyoloji yalan söylüyordur, yaşamın amacı ne üremek, ne de güçlü olanın hayatta kalmasıdır. Son derece güçlü hissediyorum ve hala bir şeyler eksik, bir şeylere tersim, sanki yaşamın içinde bir kanser gibi hissediyor ve bunun yalnızlığını çekiyorum. Yaşamımdaki her şeyi düze çıkarsam bile değişmiyor bu his. Halimden memnun oluşum, kafamdaki güzellikler de merhem olamıyor buna, çünkü dünyanın da bir rengi var, gri bir rengi var işte. bizler, boka bakanlara rağmen aka bakıyoruz, ama dünya entropi ile bozunuyor, baktığımız ak, beyaz yani güzellikler yani ışık, karanlıkla karışıyor. Kahveye dökülmüş bir tutam süte bakıyor gözlerimiz ama er ya da geç o süt, kahverengi kahve ile karışacak, o beyazlık yavaş yavaş kararacak. İsyan, bunadır işte!
Yaşamın amacı, evet. Bu meselenin yan meselesi. Nedir ortalama bir eğitimlinin, küçük burjuvanın yaşam algoritması. Doğar, belli bir eğitim alır(hayvan ya, eğitilecek işte, hiç sevemedim bu kelimeyi), sonra üniversiteye girer. Ondan sonra da iş bulur(demek o vakte kadar işşiz bir insanmış) ve aynı anda yüksek lisans yapar. Çünkü diğer arkadaşları da yapıyordur bunu, veyahut doğrudan işe girer, çünkü diğer arkadaşları da işe giriyordur. Yaşamak için para kazanır, sonra evden çık- işe git - para kazan - işten çık - eve gel döngüsüne girilir. Eğer gelir, giderden biraz daha büyük ise, o vakit kalan para, haftasonları içerek harcanır. Yani gelir-gider farkı, entropi'nin hışmına uğrar. Son derece fiziksel, son derece matematiksel, son derece mekanik yani son derece ruhsuz birhaz alma biçimi. Peki bu kademeye kadar ne yapılır, çok mu önemlidir ? Hakikaten çoğunuzun yaşamı çok mu süper geçiyor. Bana öyle geliyor ki “insanlar girer, insanlar çıkar” cümlesi kadar sıradandır bu . Zaten saldırım, isyanım da bu sıradanlığa, bu sıradanlığı kabul edişe.

Bir sivrizekalı da çıkıp eğer “eee nasıl olacaktı öksüz bey ?!” derse, zaten mevcut durumda bir eksiklik görmeyen bu insana diyecek de bir şeyim yoktur benim. Cevabım vardır, ama ona değildir, o gibi basit düşünen, sığlığın farkında bile olamayacak kadar odunlaşmış, incelik nedir bilmeyen, hatta bilmek dahi istemeyen, sadece çevresinden gördüklerini yapmaktan başka bir becerisi olmayan, sürünün içinde ortalarda bir yerde olmayı anca kendini güvende hissedebildiği için tercih eden, bir şeylerin değişmesini talep etmeyen dolayısıyla siyasi fikri, duruşu her ne olursa olsun muhafazakar olan, bağnaz olan, arkadaşlık, dostluk, ilişkiler ve aşktan gene ortalama kadar anlayan, ortalama hisseden, hissedişleri bile ortalama sınırına takılan, ortalama bir yaşamı ve ortalama bir evliliği, yani ortalama düzeni kabul eden bir insana, “aha işte cennet'in kapısı” diye göstersen vereceği tepki şu olmayacak mıdır :

“Hö ?”

Hö ya, dünyanın bütün güzelliklerini altın tepside bir hö-dük'ün önüne koysan, vereceği tepki, hö-şaşırmasıdır.
Yaşamlar görüyorum, aileler. Mutsuzluklar ve hüzün görüyorum. Bütün bunların ötesinde, bütün bunları kabul edişi görüyorum. Yaşamın içinde nereye gideceğini bilmeyen ama kimi zaman dolup taşıp “artık gitmek istiyorum,sadece güzel bir yerlere, güzel bir şeyler…” diyen yüreklergörüyor, bunları görmek istiyorum. Çünkü eğer böyle bir talep, böyle bir gizli ve böyle oluşundan ötürü çekici bir başkaldırı varsa, o zaman umutlu olmak daha güçlüdür. o zaman güzellikleri var etmek için bir potansiyel vardır.

Amma velakin, yaşamı olduğu gibi kabul etme erdemiyle değil de, sığlıktan ve hissediş noksanlığından, yani “insanlığını unutacak kadar kendinden geçmek” diyebileceğim bir eşikten geçmiş olmaktan ötürü yaşamı kontrolsüzlükten, etkisizlikten dolayı olduğu gibi kabul eden insanlar, hiçbir zaman böyle bir talepte bulunmazlar. onlar için yaşam, olağandır, ve bunu bilmeleri için bir şeyleri görmelerine gerek yoktur. Güzelliklerin önemi yoktur, estetiğin önemi yoktur, ağlaklıktan çok ötede asil bir duygusallığın onlar için bir manası, anlamı yoktur. yaşam için bunlar elzem şeyler değildir.

Onlar, yaşamı bakkal defteri gibi doldururlar karalamalarla. Bir özveri, özen, heves olmadan, isteksizce, sadece nefes alıp verir gibi. bu insanların çoğunlukta olduğu bir dünya nasıl olacaktı ya ? Güzel insanlar, güzel insan ilişkileri, masalsı bir yaşam, yaşamın basitliği içinde saklı hazine gibi anlar mı olacaktı ?

Dışarı çıktığında, herkesin gittiği yerlere, sadece herkes gidiyor diye giden, eğlence anlayışları sadece diğerlerine göreli olarak belirlenen, kendi bireysel varlığından yaşama hiçbir şey veremeyen, katamayan, hissediş özürlü insanların olduğu kocaman bir dünya, cehennemden başka nedir ki. Neyse ki sadece onlar yok, fakat onların sesi çok çıkıyor, onların görüntüleri çok giriyor objektife o kadar.

Bu insanlar, sığlıklarını başka sığlıklarla budalaca doldurmaya çalışan insanlar, yaşamın içinde tamamen anlamsız bir gürültü değildir. eğer hayatı, hayattan hiçbir beklentisi kalmamış yaşlı amcaların bulmaca çözdüğü gibi karalayarak dolduran insanlar olmasaydı, kendimizi nasıl bulacaktık, hissettiğimiz insani güzelliklerin değerini nasıl bilecektik.

Okul vardır, ve her günü can sıkıntısıyla geçer. okulu bundan ötürü kırar insanlar, herkes de kırmaz. O sıkıntıya sebep olan insanlar çoğunlukta, okulu kıranlar azınlıktadır. ortada bir gürültü, bir de o gürültüden kaçan standart sapmalar vardır. sistem, insanları gauss eğrisinin göbeğine oturtmaya çalışır, ve bunu yaparkenhayatın gerçeklerini kullanır. Hani insaniyete, medeniyete, tuvalet kağıdı olmaktan daha fazla hiçbir boka yaramayan hayatın gerçekleri. Hani, insanların arasında duvar örmekten başka bir halta yaramayan öğütler. sanki “ben bu hayatı güzel yaşayamadım, sen de yaşayama” dercesine konuşan bunamış teyzelerin ve yaşlı amcalarınkine benzeyen, birbirinin tekrarı, lineer kombinasyonu olan öğütler. Bomboş, hiçbir manası olmayan, insani güzellikler adına hiçbir değeri, parıltısı olmayan cümleler…
Halbuki yaşam böyle mi olmalıydı ? Bir kış günü adına insanın aklında kalan, salt apartmanların arasından, daha arkadaki karanlık apartmanların bakımsız bacalarından tüten dumanlardan mı ibaret olmalıydı. Yaz gününden akılda kalan, salt sıcağın bunaltıcı boğuculuğu mu olacaktı. Ya da ilkbahardan anlamamız gereken, sonbahardan, yağmurdan, topraktaki yağmur kokusundan. Bunlara ne olacak ? Her mevsim farklı doğan ve farklı batan güneşin kırmızı ve sarı arasındaki sonsuz tonunun güzelliğine ne olacak ? Tüm bunlara sırtımızı çevirip, yaşamın tüm güzelliklerini önemsiz addedip, bir koşturmacaya ortak mı olacağız ? Bizlerden, yeni nesilden, gençlerden, insanoğlundan beklenen bu mudur ? Kantinlerde küresel ısınma - beklenen ekomomik kriz ve bilimum güncel konular (kafamıza basından sokulan) üzerine yarım yamalak bilgilerle konuşalım diye mi okuduk üniversitelerde. arkadaşlarımıza saçma sapan geyikler arasında yaşamımızın en güzel senelerini sığ bir “e - ğ - l - e - n - c - e” ile mi harcayacaktık. Eğlenceden anlamamız gereken, saçma sapan bir şekilde sabahlara kadar içmek mi olacak. Sosyal yaşamdan beklentimiz, gene aynı sığlıkta ve ezbercilik midir ? Tüm bunlar, işte bizden öncekilerin bir sonucu ve utancı olarak bizlerde varolan bu insani noksanlıklar, hepsi, salt bir kılıftan ibaret. Bizi biz yapan, insan yapan gerçekten uzak bir kılıf. Özlemlerimizin sebebi, içimizde hep bir eksikliğin varolmasının sebebi, aslında, yokluğumuzu bize hatırlatıp “bir varolmak vardı bambaşka yaaa…” cümlesinin sebebi.

Eksikliğini duyduğumuz şey nedir ?
bize çocukluğumuzdaki sebepsiz ve yapmacıklıklardan arınmış kahkahaları hatırlatan bir şey. Pazar sabahı yapılan bir kahvaltı olabilir, masadaki kızarmış ekmek, yumurta ve beyaz peynire, portakal suyuna mutfağın balkon kapısını örten perdeyi sıyırarak aydınlatan güneşin ışığı mesela. Hiçbir ilişkisel oyunun olmadığı bir suskunluk ya da, gözlerinin içine bakarak susmak, kendini orada var etmek, uzun süreden beri beklediğin bir güzelliği susarak var etmek. Bu suskunluğun güzelliğini bozacak hiçbir yaşamsal çer çöpün o ana, objektife girmesine izin vermemek, böylesine bir kararlılık ve iradeyle. Birinden telefon beklemek, bir dosttan ya da. Arayacağına emin olarak ve heyecanla beklemek, basitçe. “Atla gel hoca, gidelim” cümlesindeki gitmek ya da. Sadece gitmek, anlamsızca, “nereye gidelim” sorusunun soğukluğu olmadan gitmek. Gitmek, defolup gitmek, bu hayattaki tüm olumsuzlukları geride bırakıp, zerre umursamadan toz olmak. Uzaklara, güzel bir hisle, hevesle, insana yaşadığını hatırlatan bir arzuyla, tutkuyla gitmek. Önüne bakmadan gitmek hem de, 17 yaşındaki gibi, düşünmeden, sadece yapmak. Belki de boka sarmış bir muhabbetin ardından, ortamı bozacak bir şekilde “çok daraldım, sıktınız beni, üzgünüm” deyip kalkıp gitmek. Defolup gitmek, bir yerlere, insanın kendisini daha rahat dinlediği, kendisini daha güçlü varettiği bir yerlere. yaşamsal oyunlara, zoraki muhabbetlere katlanmak zorunda kalınılmayan bir yerlere. Yalnızlığı tercih etmek kimi zaman. Öyle bir yalnız olmak ki sonunda karşılaştığı insana yapayalnız topladığı güzellikleri armağan etmek ve sessizce bunun değerinin anlaşılmasını beklemek. “Madem yaşam bu kadar budalaca işliyor, ben bir tercih yapıyorum ve hayallerim adına bu kokuşmuşluktan uzak tutuyorum kendimi” deyip saf kalmak, güzel bir şekilde, bozulmadan, kendini saklayarak, ne istediğini bilerek, saçma sapan insanların arasında oradan oraya savrulmadan, mertçe, gücünü insan olmanın kutsallığından alan bir cesaretle. yalnız yaşamak, gecenin köründe, saat 4'de durduk yere bisiklete binmek, sürmek, bacaklardaki kasları yakana kadar sürmek, insanların uyuduğunu bilmenin getirdiği rahatlıkla sürmek. “Başıma ne gelir” endişesi olmadan sürmek. Ya da, daha 13 yaşında bir veletken gecenin körlerine kadar istanbul sokaklarını dolaşmak, gece 2'ye kadar aramak(neyi ?), güneşin sahrayıcedid'ten batışını izlerken, arkaplandaki çamlıca tepesini görünce “aha şehir uykuya dalıyor, güneş gidince birileri göğe yorgan örtüyor” deme saflığı, çocukluğu, hayalperestliği “belki bir gün bunu bir kıza anlatırım ve güldürürüm”. Belki de hiç bitmez bir yolculuk yaparcasına, tam bir budala gibi, sokak çocuğu gibi sokaklarda yürümek. İnsanların çöplerinin ardından yas tutarcasına belediyenin çöp arabalarından inen cellat benzeri çöpçülerin, şehrin ölü anılarını toplayışındaki hüznü görmek. “Yaşatacağım, hepsini toplamalı, hepsini içime almalıyım. Ve sonunda buradan, bu cehennemden bir mana çıkarmalıyım” demek. Bunu demek için, gençliğinin en güzel yıllarını insanlardan uzak, sokaklarda geçirmek. Zoraki değil, son derece bilinçli bir yalnızlık. Lise'deki tarih hocasına aşık olmak belki de, onu evine kadar takip etmek. Onla konuşacağım diye bin dereden su getirmek, okul çıkışı herkes evine dönerken sınıfta yapayalnız konuşmak onunla, kendini orada var etmek, ruhastası menopoz müdür muavini gelip rahatsız ettiğinde kinlenmek, sonra dünyanın en mutlu insanı gibi acıbademden önce çamlıca'ya çıkıp güneşin batışını izlemek. İlk sigara, ve akabinde kadıköy'e gidip rıhtıma inmek, denizi seyretmek. Hayalsi ve insanlardan uzak ama insani bir saflıkla yaşamak işte, denizin dalgaları, olgun bir insanın alın kırışıkları gibiyken sultanahmet'e doğru bakmak. Güneş batarken, o kırışıklıklara mavi üzerine kırmızının çökmesi, “bu şehir beni duyuyor, Allahım bu şehir beni hissediyor” demek. Bu orospu olmuş, orospu benzetmesi bilmem kaç defa yapılmaya layık görülmüş şehrin orospuluğunu sevmek, o şehrin karışmışlığına aşık olmak. Aşık olmak ya, mesele buydu, evet bunun güzelliğiydi. Bir tercih yapmaktı, insanlardan uzaklaşıp kendini var etmekti. Dünyaya isyandı, isyan. Hani bir zamanlar, 10 yaşında babasız anasız apartmanın merdivenlerine çöküp giden otobüsleri seyrederek “bir gün o otobüslere bineceğim, bir gün hayata karışacağım” demek. Bunu söylemekteki fakirlik, bunu söylemekteki zenginliktir. Bu, insana kendini buldurur. Hatırlatır umut etmenin güzelliklerini, yaşamın bambaşka olduğunu. Bunu cehennemde söylemektir güzellik, o yaşta, kendini adam sanmaktır mesele. O yaşta, “bir gün karışacağım o otobüslere” deki saflığı yaşamaktır. 13 yaşında kasımpaşa taraflarına kadar yürüyüp, “bu insanlar, biliyorum, oradalar ve o sıkışık binaların arasında hayal kuranlar var” diyebilmek. Herkes saçma sapan oyunlarla çer çöp içinde çoğul halde ölürken, tekil halde yaşamak, yaşam savaşı vermek. Ve üstüne bundan zevk almak. Platonik aşklar, insani saflıktan tiksinen kadın bakışının “bunda iş yok” diye süzen budalalığın kaybettikleri ile pişmek, gene güzel yaşam, gene diriliyor insan, gene arıyor aşkı, sonsuz defa, sonsuz bir umutla. neden ? Yoktan geldik çünkü, 1-0 yenik başladık ama mutluyuz, halimizden memnunuz. Neden ? Çünkü umut, ancak böyle bir çöküşün içinde yeşeren bir çiçektir. Bir çöl çiçeği, sulak yerde yetişmez. Sulak yerin lüksü içinde, zaten onun değerini bilecek insan da çıkmaz. Böylesine pişmektir çölde aşk, böylesine devam edebilme gücünü yokluktan almaktır, daha anlatılacak o kadar çok şey var ki. Neresinden, hangi dalından tutalım.

E herkes aşktan bahsediyor ya. Sustuk bugüne kadar. Başkalarının aşkları çiğ geldi bize, başkalarının bu olaya bakışlarındaki çiğliği beğenemedik hiçbir zaman. Hoşumuza gitmedi, yaşama karışanlar, muhatabımız onlar değil zaten. Hiçbir zaman da olmayacak, bu yaşamdan ekmek bekleyen iki ayaklılar, hiçbir zaman pastanın değerini bilemeyecek. Yaşamları boyunca hiçbir şeye sadık olamamış insanların apartkatlarına maruz kaldık, ve bundan zerre yara almadık. Daha da yiyeceğiz bu yumruklardan, daha daha hor görülecek bu güzellikler, örtülmeye çalışılacak ama insani onura sahip insanlara vız gelip tırıs gidecek. Yokluğun ortasından yeşermiş bir tohum, zaten yoklukla kuvvetlenmiş, zaten yokluğa uyum sağlamıştır. Onun doğası yok olmak değil, varolmaktır. Sulak yerin çimeni gibi, iki gün su görmese bu hayata küsüp gitme terbiyesizliğini, özverisizliğini de yapmayacaktır. Çölün ortasında, bir parça nem için, toprağa tırnaklarıyla, kuvvetli tırnaklarıyla tutunacaktır. Çünkü bekleyeni değil beklediği vardır, o hayalle sonsuza dek yaşamak kabulu olmuştur. Bu saatten sonra batmayacak olan gemidir. Her yerinden delik açılsa, bir şekilde, hacıyatmaz gibi ayakta duracak dengeyi bulmuştur. Yaşam onu bu hale getirmiştir, işte bundan şükretmektedir bu kişi, işte bundan bu yaşama aşıktır, işte bundan, aşkı diğerleri gibi ifade etmek ona zor geliyordur, boğazı düğümleniyordur. Yahudilerin Tanrı'nın ismini zart zurt zikretmemesi gibi, o da aşkı bu kadar kolay dile getiremiyorsun, hislerinin yoğunluğuna zarar vermek istemiyor, sadık olmak istiyordur. pastaya ekmek muamelesi yapılmasını sindiremiyordur.

Aşk, karşılıksızdır. Bir karşılık bekleyerek hissedilemeyecek kadar derin ve içli bir hissediştir. Aşk yoklukla varolabilecek bir güzelliktir. Yokluğu kabul edip, acılarla pişen insanın, o yoklukta tutunduğu umut, güzel hayaller ve tüm bunları yaşamak adına sorumluluk hissetmektir. Böyle bir hayali tutkuyla yaşamak, yaşamın her türlü engeline rağmen bunu yaşatmaktır. Bomboş bir evde, birileri varmışcasına gibi eğlenceli olmaktır, çocuk yaşta şizofren gibi ortalıkta dolanmaktır. gerçek dışıdır, irrasyonaldir, çünkü gerçek zaten ortalamanın legal sığlığıdır. Bunu kabul etmememektir aşk, bundan ötürü bir isyandır. Arabesk değildir, çünkü insanın yaşama bağlanmasına sebep olur, böylesine bir yanıklıktır işte. O yanıklığı sevmektir, ilelebet sevmek, karşılık bulmasından bağımsız olarak ilelebet sevmek, kalbin derinliklerindeki güzellikleri saklamak, bunu karnında bir ananın evladını taşıdığı sorumlulukla taşımak, dünyanın çerçöpünden ayrı tutmak, kirletmemek, saf kalmak, görmek, eğri ile doğrunun ayrımını yapmaktır. işte bu, bir bireyin kendisine karşı duyduğu sorumluluk hissidir, yaşatmak adına verilen bir güzelliktir.

O her şeye rağmen yaşatan tutku… Rengi hep kırmızı kalacak olan.


-"Köz" ya da gerçek ismimle Çağdaş D.
     
 
what is notes.io
 

Notes.io is a web-based application for taking notes. You can take your notes and share with others people. If you like taking long notes, notes.io is designed for you. To date, over 8,000,000,000 notes created and continuing...

With notes.io;

  • * You can take a note from anywhere and any device with internet connection.
  • * You can share the notes in social platforms (YouTube, Facebook, Twitter, instagram etc.).
  • * You can quickly share your contents without website, blog and e-mail.
  • * You don't need to create any Account to share a note. As you wish you can use quick, easy and best shortened notes with sms, websites, e-mail, or messaging services (WhatsApp, iMessage, Telegram, Signal).
  • * Notes.io has fabulous infrastructure design for a short link and allows you to share the note as an easy and understandable link.

Fast: Notes.io is built for speed and performance. You can take a notes quickly and browse your archive.

Easy: Notes.io doesn’t require installation. Just write and share note!

Short: Notes.io’s url just 8 character. You’ll get shorten link of your note when you want to share. (Ex: notes.io/q )

Free: Notes.io works for 12 years and has been free since the day it was started.


You immediately create your first note and start sharing with the ones you wish. If you want to contact us, you can use the following communication channels;


Email: [email protected]

Twitter: http://twitter.com/notesio

Instagram: http://instagram.com/notes.io

Facebook: http://facebook.com/notesio



Regards;
Notes.io Team

     
 
Shortened Note Link
 
 
Looding Image
 
     
 
Long File
 
 

For written notes was greater than 18KB Unable to shorten.

To be smaller than 18KB, please organize your notes, or sign in.