Notes
![]() ![]() Notes - notes.io |
(Bu kısım beni pek ilgilendirmediği için bir şey söylememe gerek yok.)
Kendimin farkındayım, yaptıklarımın farkındayım, içinde olmuş olduğum şeylerin hareket halinde olduklarını gözlemliyorum ve bu hareket halinde olan şeylere kendimden hariç -bunları üretmediğimin farkında olduğum için- bu kümeye mahsus bir fail tasavvur ediyorum. Bu tasavvur ise en amiyane tabirle insan olduğumuz için “insan-alem-Tanrı”dır. Bu üç temel kavramı inkar da etsek, adını da geçirsek bu bir tasavvur olarak yanımızda bulunur. Çünkü bizler alemde görmüş olduğumuz hareket halinde olan hiçbir şeyi kendimizin yapmadığımızın farkındayızdır. Bir kişi kendi yaptıklarına kendini fail olarak atayabilir fakat bunlara atayamaz. Zaten bütün kader konusu da buradan kaynaklanır. Özgür müyüz değil miyiz? Yani bizim bilmediğimiz bir yerden yaptığımız, eylediğimiz, başımıza gelen şeyler bir fail tarafından mı yönetiliyor? Ben nasıl bir fail olabiliyorum? Ben nasıl özgür olabiliyorum? Bu türden kıvranmaların, insanlık tarihinin her yerinde kendisini gösteren bu en acılı, en insani kıvranmaların arkasında bu üç tasavvuru bir ahenge kavuşturamamak bulunur.
( En başta belirtmiş olduğu "Kendimin farkındayım, yaptıklarımın farkındayım, içinde olmuş olduğum şeylerin hareket halinde olduklarını gözlemliyorum ve bu hareket halinde olan şeylere kendimden hariç -bunları üretmediğimin farkında olduğum için- bu kümeye mahsus bir fail tasavvur ediyorum" cümlesi doğru bir cümledir ancak "Bir fail tasavvur ediyorum" kısmı problemlidir. Çünkü cümlenin devamında "Bir kişi kendi yaptıklarına kendini fail olarak atayabilir fakat bunlara atayamaz." gibi tüm argümanlarını hataya düşüren bir cümle kurmuştur.
Önerme olarak; hareket halinde olan ve insanın kendisi ile özdeş olmayıp, insan iradesinin dışında olan varlıkların failinin insan dışı olması gerektiğini savunmaktadır. Sonrasında insanın kendi hareketlerine ve iradesiyle meydana gelen ve gelebilecek olguları insan iradesinin meydana getirdikleri olarak tanıtlamıştır. Bu iki önermeyi ele aldığımızda, insan dışı olan özdekleri meydana getiren gücünkendi kendisinin tıpkı insan gibi faili olabileceği hususunu atladığını görmekteyiz(Ancak iddia ettiği insanın kendi eylemlerinin faili olması durumu da hatalıdır.) insanın düşünsel olarak meydana getirdiği eylemlerin faili kendisi ise düşünsel olarak gerçekleşmeyen gerek bedensel(kalp atışı/solunum v.b) gerek düşünsel(rüya/istemsiz düşünceler) eylemlerin faili kimdir?
Madde'nin(özdekler) hareketine ve eylemsizlik eylemine neden olan gücün enerji olduğunu fizik bilimiyle biliyoruz. Hareketin ve kuvvetin meydana gelebilmesi için enerjinin olması gerektiğini de biliyoruz. Enerjinin vardan yok, yoktan var olamayacağını da biliyoruz. O halde teselsül yapıp vardan yok, yoktan var olamayan varlığın başına bir fail, o faillerin de başına failler mi atayacağız? Varlığının sebebi bir başkasına dayanmayan varlığın başına fail atamak mantık hatası değil midir?
Diğer bir atladığı husus ise insanın da tıpkı çevresinde gözlemledikleri gibi özdeklerin sonucu meydana geldiğidir. Özdek olan ve özdeklerin birleşimiyle meydana gelen insanı diğer özdeklerden ayıran şey düşünebilme kabiliyeti ise bu kabiliyette maddedir. O halde delil olarak sunduğu insanın kendi eylemlerinin faili olması hususuna dayandırdığı düşünebilme yetisinin de madde olduğunu ve maddenin faili olan enerjinin kendisinin faili olup, hareketinin de nedeni olarak tanrı gibi bir fail atanmasının gereksiz olduğunu gördük.)
Birinci sınıf düşünürlerin fark edebildiği fakat ikinci ve üçüncü sınıf düşünürlerin sadece üzerinde kültürel olarak fikir yürütebildiği, yani metinde önerme üzerinden hareket etmek suretiyle resimler oluşturduğunda bunları hallettiğini zannettiği, fakat bunların farkında olmadan bunlara tabi olduğunu muhattaplarına hissettirmeden cambazlıklar yapmak suretiyle yürüttüğü çok temel tasavvurlardır. Yani o kişiler diyebilir ki; Tanrı yok, ben ne şu dinin, ne bu dinin, ne de kendi başıma düşündüğüm bir şeyin büyük bir fail tarafından idare edildiğini, idare edildiğimi ve başıma bir sürü işlerin bu büyük fail tarafından açıldığını böyle düşünmüyor, böyle inanmıyorum. Ben failim diyerekten dinleri ve bu anlamda Tanrı’yı reddettim. Hatta nefret de ediyorum, mizoteizm pozisyonunu tutuyorum ya da panteistim, pananteistim. O kişiler tüm bunları diyebilir. Kaldı ki örtük ya da açık diyorlar zaten. Tanrı’yı dinler aracılığıyla bilemezsin, aksi halde antropomorfizm yaparsın çünkü dinlerde Tanrı insana benzemektedir gibi söylemlerde de bulunuyorlar.
(Burada iddia var ve ispat yok. Neyine cevap vereyim? Büyük fail varsa otursun kim olduğunu kanıtlasın. Ayrıca eleştirdiği şeylerin muhatabı ben değilim.)
İnsana benzediği doğrudur, Tanrı bu dinlerde peygamberlere benzer. Kur-an’daki Allah Muhammed’e çok benzer. Tevrat’taki Yahve de Musa’ya çok benzer. Fakat nasıl benzemesin? Benzemese nasıl tanıtacak bize onu? Peki bu diskurları çekenlerin tanrıları neye benziyor? Onların tanrıları da onlara benziyor. Reddetseler de benziyor, kabul etseler de benziyor. Bu sana benzeyen şeyi söylemde giderdiğinde, asıl soruna temas etmediğin zaman birinci sınıf bir düşünür senin bu asıl soruna temas etmemeni görüyor. Nedir asıl sorun? Hala devam etmekte olan özgürlüğünle ilgili sorun elbette. Büyük fail ile ilgili ve kendinin fail olmasıyla ilgili muammaya temas etmiş değillerdir o birinci sınıf olmayan düşünürler. Temas etmiyorlar tabii çünkü mevcut entelektüel dünya, tedavüldeki kavramsal örgü zaten onların buna temas etmemesiyle ilgili herhangi bir ayıplama yapamayacak kadar düşük bir seviyededir. Ne yazık ki dünyadaki uzmanlar bugün bu ayardadır. Eğer kendi seleflerine tabi olasalar -bu tabiyet kölelik ya da sofizm değildir- örneğin Aristoteles’e, Platon’a, Spinoza’ya tabi olsalar belki bu ayarda olmayabilirler. Ancak onlar kendi seleflerini inkar edip kendilerine uygun bir hava içerisnde, hiç asıl sorunlara temas etmeksizin söylemden dini, teistik, teolojik şeyleri gidermek suretiyle bunların halledildiği inancıyla hareket ediyorlar. Bu entelektüel hava ortamında bu teneffüse imkan bulabildiklerinden bu soruna hiç temas etmediklerinde muhattapları, yani kendi seviyeleri ile oluşturdukları kitleleri tüm bu malumatfuruşluğa ağızları açık bakayazıyor. O kitlelere mensup insanlar inandıkları şeylerin birkaç dakikada çürütülmesinin sihriyle, büyüsüyle hareket edebilir. Ancak birinci sınıf bir düşünür bunları yemiyor. Yemediği gibi o birinci sınıf olmayan düşünürlerin asıl soruna temas etmediğini ve hatta temas etmekten tabiri caizse ödlerinin koptuğunu görüyor.
Diyorlar ki; sen Adem ve Havva’ya inanıyorsun, kitabında bunlar geçiyor. Bunca evrimsel malumatımız varken bu hiç olur mu? Bu anatomi malumatımızla, bu biyoloji malumatımızla Adem ve Havva meselesi inanç ya da düşünceyle bağdaşır mı hiç? Bunu düşünsel seviyede bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda bize kızarlar ama malumat durumumuz bu iken olur mu hiç öyle bir şey? diyorlar. Böyle diyebilirler. Ancak ben de onlara derim ki; eğer sen evrimsel sürece tabiysen, bir biyolojik mekanizmaya tabiysen özgür olabiliyor musun? Ne demektir evrimsel sürece tabi olmak, gerçekten düşünebiliyor musun? Bunu düşünebilmek için birinci sınıf nesne metafiziği yapılmalıdır.
Birinci sınıf nesne metafiziği bakımından bir nesne, oluş-bozuluş dairesine tabi ise nesne itibariyle nesnenin geliş kaynağı yokluktur, nesnenin bileşenleri bakımından ise varlıktır. Yani nesne, oluş ciheti itibariyle varlıktan gelir, kendi kimliği itibariyle nesne olmak bakımından ise yokluktan gelir. Yokluktan gelme ciheti öldüğünde tekrar varlıktan çıkıp yokluğa gider. Bileşenler bakımından ise varlıktan bileşenlerine ayrılmak suretiyle bir varlığa tekrar geçer. Bu varlık kısmı, yani oluş-bozuluş cihetiyle bileşenler kısmı varlıktan gelmek suretiyle tam bir determinasyona tabidir. Ne demek determinasyon? Determinasyon senin tabi olduğun şeylerin önceden sınırlandırılması, önceden belirlenmesi demektir. Önceden belirlenen, önceden sınırlandırılan bir nesne olarak bu determinasyonun her cihetine tabisin, yani kölesin. Farkında mıyız bunun? Burada evrimsel bilimin kapsamıyla, analiziyle ilgili bir şey söylemiyorum. Sadece söylem üzerinden levazımını ortaya çıkartıyoruz. Eğer esas olarak evrimsel sürece tabiysen tam bir determinasyona tabisindir. Ontolojik olarak tabisindir, dolayısıyla ontolojik olarak kölesindir. Her şeyin önceden belirlenmiş, yani sınırı aşamazsın demektir bu. Bu ilk husustur.
(Var olan şeylerin var olması bakımından kendisinde bulunan her türlü varlık özelliği yokluktan gelemez. Bir şey ya vardır ya yoktur. Yokluğun var olması için neden nedir? Nesnelerin kimlikleri yoktur. Çünkü kimlik anlam bakımından öznenin nesneye tayin ettiği anlamlardır. Bu anlamlarda oluş bakımından yokluktan çıkamaz. Varlığın determinasyona yani belirlenime(form) tabii olduğu doğrudur ancak eksiktir. Varlığı varlık yapan şey belirli olmasıdır. Varlık olma durumu bakımından zaten belirli hatlar bakımından, belirli hatları içeren alemin içerisinde yer alma durumudur. Yer bir varlık değildir, çünkü belirsizdir. Alem içerisinde belirlilik gösteremeyen şeyler varlık olamaz. Varlık durumu gösterebilmeleri için bir varlık ve o varlığın tabii olduğu belirlilik içerisinde süregelmesi gerekir. Örneğin Aklimon yoktur. Çünkü "aklimosn" hem anlamı hem belirlilik bakımından belirlilik arzetmediği düşüncesi zorunludur. Özne'nin nesneyi varlık olarak bilmesi için hem anlam, hem belirlilik zorunlu gelir. Belgisiz zamir olan şey veya başka ismin yerini tutanlarla tanımlananlar da anlam bakımından belirliliktir. Eğer anlamsal belirlenime, varlık olma bakımından belirlenim de eklenirse işte o öznenin varlık olarak tanımladığı nesnedir.
Şayet form içerisine dahil olmayan ve özneden bağımsız olarak belirlenmiş özellikleri olmayan hiçbir şey varlık olamaz. Eğer olabiliyorsa o şey veya şeylerin varlık kapsamı dışında değerlendirilmesi zorunludur. Belirlenime sahip olmayan varlık düşünsem veya arasam bu ne olurdu? Düşünsel ve zorunlu olarak dört köşe olarak belirlenmiş dörtgenin, üçgen olması mümkün müdür? Peki somut olarak amorf olan veya olmayan maddelerin form olmaksızın var olması mümkün müdür? Eğer bu iki soruya mümkündür cevabını veriyorsak konuştuğumuz şey başta belirttiğim üzere varlık kapsamının dışındadır. Tüm madde ve form meydana gelebilmek için kendisinden bir başkasına ihtiyaç duyar. Ancak töz, form ve madde gibi değişime dahil olmadığından varlık kapsamında değerlendirilemez. Tözün diğer varlıklar gibi varlık kapsamı ve tanımı dışında bulunan varlık olmasının sebebi; tözün zorunlu doğasıdır. Töz zorunlu doğası gereği kendisinden sudur eden belirlenimli varlıklara benzemez. Şayet benzerse töz olamaz. Bu ilkeden yola çıkarak, akıl ve ondan kaynaklı irade tözün meydana getirdiğinde bulunur ancak tözün kendisinde bulunamaz demek zorunludur. Hem akıl hem ondan çıkan irade sonludur, başka nedene ihtiyaç duyar, maddeye özgüdür. Bu sonuçlardan yola çıkarak özetçe varlığın nedeni olan tözün bazı özelliklerini saydık. Bu özelliklerin ise bu arkadaşın iddia ettiği "Büyük fail" ile uyuşmadığını da gördük.)
Şimdi ikinci hususa gelelim. Bu daire itibariyle gerçek bir kök, gerçek bir kaynak teşkil etmek imkanı bulunmaz. Gerçek bir kök, kaynak, cevher, öz, usya, arkhe, esas, temel, zemin, adına her ne diyeceksek o teşkil edilemez. Bileşenleri itibariyle varlığa gelen birinin, bileşenleri itibariyle kökü mitos’tur. Çünkü “onama/isim” değildir. İsim olması gerekir. Nihayi kökenin asli bir isim olması gerekir. Çünkü asli ismi olmayan şeye var diyemeyiz, mevcut diyemeyiz. İsmin nedir mesela? Senin bir ismin var mı? Asli bir isim, kökünden gelen bir isim var mı? Ne demek kökünden gelen bir isim? Yani bu oluş dairesine tabi olmayacak bir isimden bahsediyorum. Çünkü oluş dairesine tabi olduğu takdirde isim olma özeliği olmaz. Yani Mehmet olur, düşünür olur, sanatçı olur, homo saphiens olur, Türk olur, Kürt olur, Arap olur, Alman olur, Doğulu olur, Batılı olur. Yani, bütün bu düşünsel rasyonalite vasıtasıyla tanımlanabilen, gözlem ve deneyim gibi vasıtalar ile teşkil edilebilen ve oluş-bozuluş dairesini mahiyetçe aşamayan vasatlarda, vasıtalarda teşkil edilen sözde ve sahte isimler ile isimlenmiş olursun. Fakat bir düşünürün düşünür olmaklığı bakımından neyi düşünmesi gerekir? Elbette “Benim ismim ne?” sorusunu düşünmesi gerekir.
(Bir üst metinde buna da cevap vererek eksikliği giderdim.)
Ya da şu çok sevdiğini iddia ettiğin Niyazi Mısri’nin “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş. Burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş.” ifadesindeki tazammun eden tecrübeyi bilirdin. Bu tecrübe nedir? Burhan nedir? Apodeiktik değildir bu. Mantıktaki önermeler ile varılan kesin burhanlara benzemiyor. Nedir peki? Hiçbir şüphe olmaksızın kemaliyle bir bilgi, bir hakikat. Burhan budur. Niyazi Mısri neyini arıyor? Aslını arıyor. Peki aslı nedir? Arkhe, zemin, nihai dayanak, kaynak olarak aslıma yani ne olduğuma burhan aramak. Yani Niyazi Mısri neyi anlamış? Bir asıl üzerinde durmadığını anlamış. Bir kaynak üzerinde bulunmadığını, sağlamda olmadığını anlamış. Kendi aslına burhan aramış. Ne diyor sonra? Aslım bana burhan imiş. Şimdi sen Malatyalı Niyazi Mısri’nin bu asıl ve burhan sözcüğünün bugün Türkiye’de yaşayan, Türkçe anlayan, Türkçe konuşabilen gençlere, insanlara, dertli olan insanlara, arayışta olan insanlara bir şey anlatmasını sağlamak istiyorsan palazlamaya çalıştığın, bizi oraya yamamaya çalıştığın Latince-Yunanca-Almanca-İngilizce-Fransızca dillerindeki subje, subject, das subjekt, hypokeimenon, hypostasis gibi kavramların hiçbir şekilde asıl özelliği göstermediğini fark etmen ve insanlara tam olarak bunu göstermen gerekir. İnsanlara bunu göstermen için öncelikle senin bunun farkına varman gerekir. Doğu-Batı ayrımı yaparken büyük bir gaflet içinde olduğunu; Doğu’nun bir kalp, Batı’nın bir akıl olduğunu söylerken aklın ne olduğu, kalbin ne olduğuyla ilgili herhangi bir şey bilmediğinin farkında olman gerekir. Aksi halde Malatyalı Niyazi Mısri’nin -hazret mazret diyorsun ona- bu sözünü kimseye anlatamazsın, örnek de veremezsin.
(Burada öznel ve nesnel düşünceler var ancak nesnel kısımlarında problem yok.)
Evrimsel-biyolojik mekanizmaya tabi, kozmolojik dünyaya tabi, kozmolojik önermelere, biyolojik önermelere tabi bir insan-alem anlayışıyla determinasyondan kurtulduğunu, önceden bir belirleme ya da gizli bir neden-sonuç ilişkisine tabi olmadığını öne süremezsin. Allah’ı, peygamberi, kitabı kenara koyduğunda bu sorunlar hallolmuş olmuyor. Senin bu sorunları halletmediğini, bunları kenara koyarken yerine önermiş olduğun akıl, bilim, düşünce gibi kavramların keyfiyetlerine bakarak anlıyoruz bu sorunlara temas etmediğini; asıl sorulması gereken yere (isim/onama) temas etmediğini.
(Allah ve peygamberi ele aldığımızda bu sorunları çözebiliyor muyuz peki? Bu sorunların ekseriyetini ele almak için İslama mı ihtiyacımız var?)
Kur’an gergindir, ben Kur’an’da bir patron Allah görüyorum, ben Kur’an’da korkudan ve tehditten başka bir şey görmüyorum diyebilirsin. Sen daha gerginsin derim. Sen ne yaşıyorsan onu görüyorsun demek ki. Ben Kur’an’da aşktan başka, edepten başka, takvadan başka bir şey görmüyorum diyen de gördüm. Sen de görürsün. Bu o kitabın nesnelliği olmadığı anlamına mı geliyor? Hayır.
(Bir yazının tehditkâr olduğunu nasıl anlarız? Ya da bir yazının, söylevin içerdiği mesajın üslubunu anlamak için kendi şahsi duygularımızı mı referans alırız? Hayır. X kişisinin hiç tanımadığı birine "Seni öldüreceğim" demesinin tehdit olmasında ki sebep korku saçmasıdır. Ve bu cümlenin tehdit olarak değerlendirilmesi için söylenilen kişi de korku uyandırmasına da gerek yoktur. Çünkü insan tabiatında ölüm ve öldürülmek bir bozukluk veya istisna olmadığı takdirde korku duygusuna tekabül eder. Bir kitabın cehennemde inanmayanlara azap edileceğini söylemesinden aşk duyan birisinin olması bunun bir tehdit içeriği olduğu hakikatini değiştirmez mi? İnsan psikolojisinde, insan kendi bulunduğu tarafın zarar görmemesinden hoşnut olup; karşı tarafa yapılan türlü muameleleri meşru görmez mi? O zaman üslubu ele alırken ölçümüzün bir kaç insanın duygu ve düşüncesinden elde edilen sonuçlar olamayacağını gördük. X kişisinin anne ve babasının kabul etmediği bir fikirden öldürülmesi düşüncesinin "Edep" olarak nitelendirilmesinin bir anlam ifade etmediğini de gördük. Şayet bu "Edep" olarak değerlendirilecekse, bu arkadaşın anne ve babasını kendi fikirlerime mensup olmadıkları için öldürmemde bir sakınca yoktur. Öyleyse ırzını, malını ve canını da benden korumalarına gerek yoktur. Kitapların nesnelliğine dair ortaya görüş koyacaksak içerisinde öznelliğine yer vermeyen bilgi ve anlatımların bulunması gerekir. Kur'an insanın duygu ve düşüncelerinden uzak bir kitap mıdır? Eğer öyleyse kalem suresinin 13. ayetinde bulunan "زَن۪يمٍۙ" (Zenîm/Piç) ifadesini nasıl açıklamalıyız? Küfürün duygu ve düşünceye karşılık lügatta bulunan aşağılayıcı kelimeler olduğunu söylememe gerek yok herhalde? Ya da Araf suresinin 166. ayerinde bulunan "Alçak/Aşağılık maymunlar" ifadesinin de bir hakaret olduğunu söylememe gerek yoktur. Şimdi bu yazılanları bu arkadaşın mantığına göre edep ve aşk olarak değerlendirebiliyoruz. O halde annesini sikeyim de edepli olayım.)
Nesnelliğin oluşması ve öznelliğin oluşması için asgari olarak anlaman gereken bir özne ve nesne anlayışıdır. Dolayısıyla burada nesnel-öznel gibi yerlere kafaların kaydığı durumda bu tip arkadaşların çok rahatlıkla kitlelerini sevk ettiği şeyler bunlar. O yüzden burada bir uyarıda bulunayım. Kafaların buraya kaydığı yerde hemen aklımıza gelmesi gereken şey şu; özne teşkili ve nesne teşkiliyle ilgili ve bunların birbirleriyle alakasıyla ilgili daha temelden bir mesele açmadan sağlam bir kanaat ortaya koyamayız. Dolayısıyla burada hatibin söylemiş oldukları bir nesnelliğin olmadığı anlamına gelmez. Ama hatip bu sorunları da burada açarsa çok daha uzun bir süre çok daha kapsamlı yerlere gitmek zorunda kalır. Ama benim buradaki muhattaplarım zaten hoca olduklarından, zaten avamın çok daha üstünde seviyelerde ya da imkanda olduklarından benim bu sözlerimi dikkate alır ve işitirlerse zaten bunun icabını yerine getirmekle ilgili asgari şartları fark etmeye başlayabilirler. Aslında bana sorarsanız burada bir ayrım yapmaya gerek yok ama yani o canipten bir tasnife uyarak böyle söylüyorum.
Sen tam bir determinasyona tabi bir şekilde devam ediyor olabilirsin. Özellikle akıl dediğin şeyin, felsefe dediğin şeyin senin anlattığın, estirdiğin havaya bakılacak olursa mesela kanalına bir video sabitlemişsin muhayyile insanı yaşatır fakat akıl daha kaliteli yaşatır mesajı verdiğin. O anlamda bir felsefeden dem vurduğunu bildiğimizden rahatlıkla söylüyorum bunları. Bunlarla olmuyor bu; tam bir determinasyona yine tabisin, asıl soruna temas etmiyorsun. O muhayyile-akıl diye denklemleri koymuş olduğun -bilmiyorum ne kadar anlıyorsun ama- Spinoza gibi düşünürlerin de bu hususlarda doğru yaptıklarına kanaat getirmiyoruz zaten. Spinoza’nın bir metnini öne çıkarıyorsunuz. Bu itirafçı arkadaşlardan birçoğu öyle yaparlar. Spinoza’nın Tractatus: Theologico-Politicus veya Theologico-Politik İnceleme metnini okurlar. Ama esasen Spinoza’nın bu metinde ortaya koymuş olduğu kutsal kitap eleştirisi, teopolitik dediği kavramla çerçevesinin arkasında Etica diye bir kitabı vardır. Etica kitabında insana mahsus o muhayyile ve akıl gibi kuvvetleri anlatır. Bir de Aklın Islahı Üzerine Bir İnceleme isimli insanın kuvvetleriyle ilgili bir kitabı vardır. Mesela buradan da bakacaksın; burada muhayyileyi, insanın belleğini, hafızasını, aklını yani bu kuvvetleri oradan alacaksan, Spinozacı bir tavırla bunları anlatacaksan; mesela Spinoza’nın ne kadar dar bir kuvvetler muhayyilesine sahip olduğunu da ortaya koyman, mukayese etmen gerekir. Ama yapmazsın. Neden yapmazsın? Çünkü sen de orasının farkında değilsin, sen de orasını sorgulayamıyorsun.
Sen sanıyor musun ki senin akıl dediğin rasyonalite, muhayyile olmadan herhangi bir şeyin hükmüne varabiliyor? Bunu Spinoza’dan öğrenemezsin işte. Sen sanıyor musun akıl dediğin şey muhayyilenin kaydından çıkarak hüküm verebilir. Bir bak bakalım yapabiliyor mu? Orada akıl derken rasyonaliteyi kastettiğini kendi ifadelerinden rahatlıkla anlarsınız. Benim klasiklerden Aristoteles, modernlerden Kant’tır şeyim falan diyor. Kant’ın da Aristoteles’in de kastettiği anlamda yani Vernunft’un da Nous’un da özelliği ölçme esaslı ve iki şeyi birbirine bağlama, Platon’un bu dionoya faaliyetini yapan işlevi, insandaki işlevi. Tam olarak bunu nous olarak, esasen nous olarak çerçeveliyor. Bu bir daraltmadır. Bu rasyonalitenin, yani bu anlamda aklın muhayyile olmaksızın herhangi bir neseneye kaynaklık etmesi mümkün mü? Eğer ederse yani düşünme fiili, rasyonalite fiili, bu anlamda akletme fiili nesneye bizatihi kaynaklık ederse nesnenin herhangi bir hükümde -yani nesne olmak bakımından- değişimden azade olma özelliği ortadan kalkıyor. Çünkü esasen düşünme fiilini mümkün kılan şey muhakemedeki zamansal düzendir. Muhakemenin zamansal düzeni düşüncenin zamansal bir sıralılığa..(kesinti), istidlal dediğin şey, istihraç dediğin şey, vargı dediğiniz şeyler, sonuç dediğiniz şeyler bir istidlalle, bir muhakeme ile elde edilen şeyler değil mi? Bu muhakemelerin tamamı sırasal bir düzende çalışır. İnsanın aklına mahsus sırasal bir düzende çalışır. Bu sırasal düzenin bizatihi kendisi, sırasallığı ve zamana tabi olma özelliğini ya kendisinden kaynaklandırmalı ya da bir başka zamansız noktaya dayanarak bunu yapabilmeli. Hangisi olabilir? Kendisi bizatihi zamana dayanak olsaydı, sırasallığa tabi olarak çalışamazdı. Sırasallığa tabi olmadan herhangi bir rasyonalite hükmü ortaya çıkmaz, yani düşünemezsin. Düşünmen için sırasallaşman lazım. Düşüncenin çalışması ve faal hale gelmesi için zamanın sırasallığına dahil olman lazım. Bunun olması için de sıraların ortaya çıkması lazım. Sıraların ortaya çıkması için sıralara tabi olmayan bir kuvvete sahip olman lazım. Peki bu kuvvet? Düşünce değil, bu kuvvet düşünce değil. Sırasallığı oluşturan kuvvet muhayyiledir. Muhayyilenin sırasallığı oluşturmasını sağlayan kuvvet başka bir kuvvettir. Spinoza’nın çağrışım esaslı anlattığı, Kant’ın empirik deneyime bağlı çağrışım mekanizması olarak anlattığı bellek, hafıza denilen kuvvet; tam olarak muhayyilenin sırasal bir şekilde iş yapma işçiliğini, yani düşünceye bu imkanı tanımasını sağlayan işlevi yaratan kuvvettir, insana mahsus bir kuvvettir bu muhafaza etme kuvveti.
( "İnsanlar o halde sağlığa yarayan ve Tanrıya tapınmaya yardım eden her şeye iyilik derler ve bunların aksine de kötülük derler ve şeylerin tabiatını bilmeyenler hayal güçlerini akıl yerine aldıkları için,şeyleri tasarladıkları biçime göre âlemde bir Düzen olduğuna kuvvetle inanırlar ve hem kendi tabiatlarını, hem âlemin tabiatını bilmedikleri için, bu tarzda akıl
yürütürler. Zira şeyler, duyular aracılığı ile tasarlanınca hayal gücümüzle kolayca kavranacak bir tarzda hazırlanmış oldukları zaman ve bundan dolayı hayal gücümüz bize onları hatırlatmak kolaylığını verdiği
zaman, biz onların düzeni olduğuna hükmederiz ve
tersine hayal gücümüz onları asla kavramadığı zaman onların kötü düzenlenmiş ya da karışık olduklarına hükmederiz. Zaten insanların zevki en kolaylıkla hayal edebilecekleri şeyi seçmeye götürdüğü ve (demin
söylediğim gibi) hayal güçleri hafızalarına en kolay kazılan şeyler üzerine çevrildiği için, bundan şu sonuç çıkar ki, onların da gerçekten yaptıkları gibi sanki
tabiatta bizim hayal gücümüzden bağımsız gerçek ve
mutlak bir düzen varmış gibi, düzeni karışıklığa tercih
ederler. Onlar aynı zamanda Tanrının her şeyi
düzenle ve bundan dolayı bilmeden yarattığını
söylerler, Tanrıya hayal gücü yorarlar. Ancak belki de
Tanrının, hayal gücümüze ait ihtiyaçları önceden
görerek, en kolay hayal edebilecekleri bir biçimde her
şeyi düzenlemiş olduğunu söylemek isterler ve olabilir
ki hayal gücümüzü çok aşan ve bu gerçek hafifliği
yüzünden birçokları onunla karışan gösterişler
bulunacağı şeklinde bir itiraz önünde duraklamaya
kendilerini bırakmayacaklardır. Fakat bu nokta
üzerinde yeteri kadar durduk.Bir de hatırlatmak gerekir ki başka bütün
kavramlarımız hayal gücümüzün tavırlarından, yani
hayal gücümüzün dış objelerden türlü tarzda
duygulanmış olduğu biçimlerden başka bir şey
değildirler. Bununla birlikte bilgisizler onları şeylerin
başlıca sıfatları gibi görürler, çünkü daha önce
söylediğimiz gibi, her şeyin kendilerine göre yapılmış
olduğuna inanırlar ve bir şeyin tabiatının ancak o
şeyle duygulanışlarına göre iyi ya da kötü, sağlam ya
da bozuk olduğunu söylerler. (Yani bu şeylerin
kendilerini duygulandırış tarzına göre hükmederler.)
Diyelim ki objelerin görme sinirinde uyandırdığı
hareket onlara hoş ve sağlam geliyor, o zaman bunun
sebebi olan objeler güzeldir ve tersine bir duyum
uyandırdıkları zaman çirkindir derler: Koklam
duyularını okşadığına ya da gıcıkladığına göre bu
şeylere hoş kokulu ya da pis kokulu derler,
damaklarına hoş ya da hoş değil geldiğine göre ya
tatlı ya acı, dokunma duyularına az ya da çok
dayandığına göre, ya katı, ya yumuşak, ya cilâlı, ya
serttirler. En sonra işitme duyusuna ait olan her şey
onlarda türlü adlar alır: Bazen bu bir gürültüdür, bazen
bir sestir, bazen bir âhenktir ve bu son nitelik
bakımından insanların garabetleri Tanrının ahenk
dedikleri şeyden hoşlandığına inanacak kadar ileri
gitmiştir; hatta gök cisimlerine ait hareketlerin bir
âhenk teşkil ettiği kanısında olan filozoflar bile
olmuştur. Bütün bunlar çok iyi gösteriyor ki herkes
şeyler hakkında kendi kafasının yatkınlığına
(istidadına) göre hüküm veriyor ya da daha doğrusu
herkes kendi hayal gücünün hayaletlerine (fantome)asıl gerçekler gözüyle bakıyor. İşte bunun için bu
münasebetle söylüyorum ki insanların hiçbir şey
üzerinde anlaşamamış olmalarına şaşmamalıdır; o
derece ki sanıları arasındaki ayrılık onlarda
şüpheciliği doğurmuştur; zira insanların bedenleri
birçok noktalarda birbirine uysa bile daha çok
noktadan birbirlerinden ayrılırlar ve bundan dolayı
birinin iyi diye hükmettiği başkasına kötü görünür.
Birinin düzenli bulduğu yerde öteki karışıklık bulur
(birine hoş gelen ötekine hoş değil gelir) ve geri
kalanlar da bunun gibidir. Fakat bu soru üzerinde asla
genişlemiyorum, çünkü hem bu çeşitli soruları
genişleterek (ex professo) incelemenin yeri burası
değildir, hem de zaten herkes bunun ne olduğunu
kendiliğinden yeteri kadar bilir. Herkes şöyle tekrar
eder: Ne kadar insan varsa o kadar görüş vardır,
herkes kendi fikrinde ısrar eder, kafalar arasındaki
farklar damaklar arasındaki farktan daha az değildir.
Ve bütün bu atasözleri (dicton) insanların şeyler
hakkında ancak kendi beyinlerinin yatkınlığına göre
hüküm verdiklerini ve şeyleri bilmekten ziyade hayal
ettiklerini kanıtlıyor.
Eğer onları açıkça tanımış olsalardı, kanıtları
matematik, yani herkesi kendine çekmek gücü değil,
ikna etmek gücü olurdu. Tabiatı açıklamak için halkın
kullandığı bütün kavramlar hayal gücünün tarzlarından
ibaret olmak ve hiçbir şeyin tabiatını anlatmamakla
kalmaz, fakat hayal gücünün kuruluş tarzından
doğarlar. Onlar şüphesiz hayal oyunlarından başka bir
şey değildir ve bundan dolayı halk bize aslındaşeylerin tabiatının ne olduğunu öğretmekten ziyade
kendi hayalinin yapısı ne olduğunu öğretir. Hayal
güçlerinin bu mahsullerinden her birini ifade için adlar
buldukları ve bu adlar gerçekten var olan varlıklarmış
gibi göründüğü için, bütün bu hayalî (fantastik)
varlıklara, akıl varlıkları değil; fakat hayal varlıkları
diyorum; ve bundan dolayı böyle kaynaklardan bana
karşı ileri sürülebilecek bütün itirazlara cevap
vermenin güç olmadığını tasarlamak kolaydır.
Diyelim ki, burada yanlışları tasvir ettiğim
kimselerden birçoğu bize şu akıl yürütmeyi yapıyorlar:
Eğer var olan her şey Tanrının yetkin tabiatının
zorunlu bir sonucu ise, tabiatta bunca yetkinsizlikleri
(eksikleri), diyelim bozulup çürümeye kadar giden
fesatları, bazen yüreği burkan şeylerdeki çirkinlikleri
ve çarpıklıkları, karışıklığı, kötülüğü, günahı, vb. niçin
buluyoruz? Fakat bu iddia daha önce söylemiş
olduğum gibi, kendiliğinden reddedilir. Gerçekten,
şeylerin yetkinliği kendi kendileriyle ve kendi
tabiatlarıyla kaimdir ve şeylerin duyularımız üzerine
hoş ya da hoş değil olan izlenimler bırakmalarına, bize
ya faydalı ya zararlı olmalarına göre kendiliklerinden
ya az ya çok yetkin olduklarını düşünmek gülünçtür.
Tanrının insanları neden dolayı yalnızca aklın
ışıklarıyla hareket edecek kadar bilge yaratmamış
olduğunu size soranlara karşı, benim bunun onda
yetkinliğin ilk derecesinden son derecesine kadar her
şeyi yetkin olarak doğurmak için hiçbir maddenin
eksik olmamasından, ya da daha doğru söylersek,
16’ncı önermede kanıtladığım gibi, sonsuz bir akıllatasarlanabilen her şeyin meydana gelmesi için tabiat
kanunlarının yeteri kadar geniş ve bol olmasından ileri
geldiğim söylemekten başka cevabım yoktur. İşte
işaret etmek istediğim peşin-hükümler bunlardır. Aynı
çeşitten daha başkaları varsa biraz ince bakış
(réflexion) ve düşünce ile bunlardan şifa bulmak kolaydır.
Spinoza zaten bu cahillere asırlar evvel cevap veriyor. Cevap vermeme gerek var mı? İşte bu yazılanlardan da cehaletlerini tekrar tescillemiş olduk. )
Bunu ben mi uyduruyorum? Bunu Platon anlatıyor. Ben Platoncu değilim, Platon yanılmıştır, öyle değil o falan diyebilirsin. Beni ilgilendirmez bu tavrın. Meselenin can gözüne temas etmediğin bir yerde ben Platoncu değilim dediğin anda ben dinlemiyorum seni. Bu işleri bilenler, anlayanlar bakmazlar zaten sana. Anlamayanlar bakarlar. Can noktasının üzerine ayak basmaksızın kanaat bildirip şu yoldan gideceğim dediğinde bilinçli bir şekilde kanaat bildirmiş olmuyorsun. Sorunu halletmiş olmuyorsun çünkü soruna temas etmiyorsun. Burada Platonculuk yapmıyoruz. Platoncu olduğumuzdan bunu söylemiyoruz. Tamamen felsefe içerisinde tahsil edilmesi zor olmayan bir şeydir bu. Bu yüzden bunu söylüyorum. Muhayyile zamana kaynak değildir. Düşünce zamana kaynak değildir. Muhayyileye tabi olarak, kategorik olarak her türlü zihinsel faaliyetin, rasyonel faaliyetin çerçevesini belirler. Zira düşünce içerisinde ardışıklığı mümkün kılan tasvirlerdir, suretlerdir. Suretler insanın kuvvetlerinden muhayyile gücü vasıtasıyla insana mahsus suretler olarak ortaya çıkar. Senin hiçbir hükmün muhayyileden azade değildir. Muhayyileden azade olmayan hükümlerin asgari olarak iki tane özellik göstermesini bekleriz: Birisi asla mahsus muhayyel, -ki bu anlamda yine hayal ama gerçeğin hayali, bir kurgu değil yani- diğeri ise tahayyüldür, yani aslı olmayan hayal. Aslı olmayan hayallere düşmek, aslı olmayan hayallerden dünya teşkil etmek ise rasyonalite esasında iş görenlerin genellikle içine düştüğü bir şeydir; Spinoza başta olmak üzere…
Peki sorunun asıllarına temas etmediğin takdirde söylem üzerinden dini giderebilme çabanın ya da dinsel söylemlerin giderildiğiyle ilgili oluşturduğun resimlerin esasa karşılık gelmediğini anladığımızda aslında yaptığı ne oluyor? Yani muhattaplarını esas bir noktaya çekmemişsen, asıllara getirmemişsen yaptığın iş neye dönüşür? Yaptığın nedir? Özgürlüğünü mü arıyorsun? Özgürlüğünü, dini söylemi giderdiğinde elde edebildiğinle ilgili bir tane emare göster bir daha bu adam yanlış şeyler yapıyor dersem hainin önde gideni olayım. Sen özgürlükle ilgili hangi asıl soruna temas ettin? Selefiliğe benzettiğin dinin, bu 3 temel kavramla yani birey-evren-tanrı kavramıyla ilgili önermiş olduğu, teklif etmiş olduğu itaatin, teslimiyetin mahiyeti nedir? Bununla ilgili herhangi bir asıla temas ediyor musun? “Elif, Lâm, Râ. Bu (Kur’an, öyle) bir Kitab’dır ki onu sana; insanları Rablerinin izniyle (her türlü kişisel ve toplumsal) karanlıklardan aydınlığa; eşsiz galip ve övgüye layık olan (Allah’)ın yoluna çıkarman için indirdik.” [krş. 16/44, 89] Kimdir mahkum olan? Kimdir özgür olmayan? Zindanlarda bulunanlar özgür değildir. Karanlıklara mahkum olanlar özgür değildir. Köledir. Aydınlığa çıkanlar, nura çıkanlar özgürdür, hürdür, azaddır. Cehaletten azad olmuştur, gafletten azad olmuştur. Bizatihi kendi aslını bilmek bakımından azade olmuştur. Bunu bizatihi anlatan bir kitabın, bunu bizatihi tatbik eden bir peygamberin, bunu çevresindeki insanlara ve topluluklara götüren sahabelerin ve onların talebelerinin, onlardan bu yana gelen -tasavvur düzeyinde bile olsa- kimliğin böyle bir görünür tarafı en azından var. Söze bakıyorsan böyle sözler var. Fiiliyata bakıyorsan, ameliyata bakıyorsan var.
Seni kula kulluktan Allah’a kulluğa çağırıyor. Neden biliyor musun? Esasında insan suretindeki bu homo saphiens’in, beşerin, bu mahlukun hakiki anlamda bir fail teşkil etmesi mümkün değildir. Peki ne o hakiki fail? Ne olabilir? Kim olabilir? Bakın, hakiki fail diyorsam bir de sahte fail var demektir. Bir de taklidi fail var demektir. Yani bir tek Allah faildir demedim burada. Hakiki fail, fail-i mutlak Allah ama yine de bir tek fail Allah demedik. Suretler failmiş gibi davranıyorlar; başta homo saphiens olmak üzere. Kimdir hakiki fail peki? Nasıl ortaya çıkartırız? Nasıl alakalandırırız bunları? Bu sorunlar olduğu gibi, blok gibi yerinde duruyor. Ve bunlara temas etmeyelim diye, bunlara değmeyelim diye yapmadık cambazlık yok entelektüel dünyada. Hakiki fail Allah ise elbetteki Allah’ın kitabında her şeyi, otu da ben bitiriyorum, pınarları fışkırtan benim, dağları çakan benim, yeryüzünü yayan benim demesi değil midir zaten? Helak olduysan peygamberine karşı gelenleri Allah helak etmiş demeyecek mi zaten? Hakiki fail kalıplarını beklemez miyiz? Zaten bunu söylemeseydi peygamberliği hakkında şüphe duymamız gerekmez miydi? Tam olarak bunu söylemesini beklemez miydik?
Allah’ı tanıyan, onunla konuşan, vahyini alan, esmasını ve sıfatını tanıyan, her ayetin sonunda Allah’ın bir ismi ve bir sıfatı geçiyor. Bana bu kadar isim ve tanrı sıfatının geçtiği bir başka kitap göster? Niye gösteremiyorsun biliyor musun? Sen o Spinoza’yı anlattığında, kimlik-özdeşlik meselesini anlattığında Spinoza’dan naklettiğin “omnis determinatis est negatio” (her belirleme bir olumsuzlamadır) diye anlattığın ama ne Spinoza’nın ne senin belki anlamadığın -yani senin anlamadığın kesin de Spinoza’nın belki anlamdığı- isim mevzusu olmadan omnis determinatis est negatio olmaz ki. Tam olarak bunu tazammun ettiren kim oluyor o zaman? İsim verenler, ismi veren, yani ismi bilenler. Bir şeyin ismini bilmiyorsan onu tanıyamazsın, değişimden azade kılamazsın. İsim ne demek? Noumos, onama, kanun, değişmez, yasa, kimliktir. İsim bu demek. İsim olmadan kimlik olur mu? Spinoza’ya göre oluyor. “Attributum” diye bir şey anlatıyor. Oradan isim olmadan tanımlama, tanıma faaliyetiyle ilgili evren, doğa natura naturata (doğrudan doğruya Tanrı tarafından yaratılmış şeyler), natura naturans (kendi başına varolan, Tanrı) falan diye bunları güzelce size anlatıp bir Etica anlatıyor sahte peygamber rolüyle. Orada ortaya koyduğu şeylerin çoğunu Hz. Musa’nın ilminden almak suretiyle, ters yüz haliyle, esasın aslını kaybetmek yoluyla yapıyor. Sen de Niyazi Mısrileri okuyorsun, Yunus Emreleri, Hallacı Mansurları okuyorsun. Bu okuma faaliyeti ile olan bir şey değil. Birinci sınıf düşünce gerekiyor burada, birinci sınıf ilahiyat gerekiyor. Tam olarak isimlerini bilmediğin şeyin tanınmasının mümkün olmadığını anladığında peygamberden beklediğin ne olur? Kitap diye getirdiği şeyde sürekli isimlerden bahsetmesi olur değil mi? Sürekli. Ama sürekli isimlerden bahsettiği, sürekli her yerde Allah bunu yapıyor dedi diye eleştiriyorsun onu, yani eleştirdiğini zannediyorsun Don Kişot vari olarak.
Biraz ileriye gideyim. İnsan hakkında isimler mevzusunu anladığın zaman böyle evrimle mevrimle insanın temellendirilemeyeceğini görürsün zaten. Sadece insan değil, herhangi bir canlıyı. Yani sabit türlerin olması gerektiğini. Fakat bu sabit türler ile evrimsel süreçte türleşmenin gözlemsel anlamda elde edilen malumatı nasıl birbirine bağlarsın? O da birinci sını
![]() |
Notes is a web-based application for online taking notes. You can take your notes and share with others people. If you like taking long notes, notes.io is designed for you. To date, over 8,000,000,000+ notes created and continuing...
With notes.io;
- * You can take a note from anywhere and any device with internet connection.
- * You can share the notes in social platforms (YouTube, Facebook, Twitter, instagram etc.).
- * You can quickly share your contents without website, blog and e-mail.
- * You don't need to create any Account to share a note. As you wish you can use quick, easy and best shortened notes with sms, websites, e-mail, or messaging services (WhatsApp, iMessage, Telegram, Signal).
- * Notes.io has fabulous infrastructure design for a short link and allows you to share the note as an easy and understandable link.
Fast: Notes.io is built for speed and performance. You can take a notes quickly and browse your archive.
Easy: Notes.io doesn’t require installation. Just write and share note!
Short: Notes.io’s url just 8 character. You’ll get shorten link of your note when you want to share. (Ex: notes.io/q )
Free: Notes.io works for 14 years and has been free since the day it was started.
You immediately create your first note and start sharing with the ones you wish. If you want to contact us, you can use the following communication channels;
Email: [email protected]
Twitter: http://twitter.com/notesio
Instagram: http://instagram.com/notes.io
Facebook: http://facebook.com/notesio
Regards;
Notes.io Team