Şarkıların bile en mutsuzunu dinlemeyi tercih ediyorken yaşadığım ve hayal kurduğum, kenarları da dahil içi mutlulukla kaplı olan yazılar yazmak bana göre değil. Bazen bakıyorum kendime; şu anda da olduğu gibi kimseyle konuşmadığım ve kendimi yalnız hissettiğim zamanlara: yalnızlığın içimde garip bir tat bıraktığını hissediyorum. Tat diyorum çünkü öyle, hissettirmeden dolduruyor ruhumu, yavaşça dokunuyor bedenime, ardından bu kez daha yavaş bir şekilde kayboluyor, hepsi anlık zamanda gerçekleşiyor ve ben adını koyamadığım o tattan garip bir şekilde zevk alıyorum. Yalnızlığın, hayatımda büyük öneme sahip olduğunu düşündüğüm mutsuzluğa can veren şey olduğunu düşünmeye başlıyorum, gerçekleri farkedince ise o tadı kaybediyorum. Aslında o hala orada bekliyor ama bu kez zihnim reddediyor. Sonra düşünmeyi bırakıyorum, bir süre insanların arasına karışıyorum, konuşuyorum bolca, en sevmediğim zorunluluklarımdan biri olan yemeğe gidiyoruz, önümdeki yemeği bitirmek için can çekişiyorum çünkü ben onu yemek zorundayım ve her kaşık aldığımda sanki daha da artıyor önümdekiler. Ve eve geliyorum, ev sessiz, kimse gelmemiş henüz. Saat muhtemelen öğlene doğru 3. Bilgisayarı açıyorum “şu an çalışıyorum” dercesine sesini yükseltiyor, bu kez hem onun sesini hem de evdeki sessizliği bastırabilmek için o hafta için geçerli olan “bunu dinlemezsen ölürsün” adlı şarkımı açıyorum. Rutindir, sürekli değişir ve yeni bir haftaya girdiğimde onun yerini bir başka “bunu dinlemezsen ölürsün” konulu şarkı alır. Dediğim gibi, bunlar pek de iç açıcı şarkılar olmaz, mutsuzluğu besleyen türden parçalar bunlar, hatta “bunu dinlersen ölürsün” denmesi daha doğru olan şarkılar. Dondante adında bir parçayı seçtim bu hafta için. Ben seçmiyorum aslında, içimde zaferini kabul ettirmiş olan mutsuzluğum ve onun bir numaralı yaveri olan yalnızlık, aralarında fısıldıyorlar, tartışıyorlar -ki o sırada o garip tadı alıyorum- çeşitli onay aşamalarından ve testlerden geçtikten sonra şarkıyı parçalara ayırıyorlar, güzel bir ziyafet çekmek için hazırlanıp aralarında paylaşıyorlar. Onların yaşadığı zevki tam anlamıyla hissetmem mümkün değil, hoşlarına giden bir şey olduğunda gülmeye başlarlar, onların hareketleri “senin sıran geldi” bağırışlarıyla karnımda oluşan o garip tadı uyandırır. Asgari bi kısmını alırım, geriye kalanları ise vücudumda az da olsa hala varlığını koruyan mutluluğa yollarım. Bu döngü hep böyle devam eder. Herkes halinden memnun şimdilik. Şu an için tek korkum, mutluluğumu harekete geçirecek şeylerin olabilme ihtimali. Aşık olmak yada sevmek gibi, belki hoşlanmak. Korktuğum şey olursa, mutluluk-mutsuzluk savaşı başlayacak, sevgim karşılıklı olduğunda; açlıktan ölmek üzere olan, belki biraz daha geçse varlığını tamamen kaybedecek olan mutluluğum öylesine savaşıcak ki, mutsuzlukla birlikte yalnızlığımı da alıp götürecek. Ve bu kez her hücrem mutlulukla dolacak. Sonrasında ne olur bilmiyorum, çünkü daha önce tam anlamıyla, demin de dediğim gibi “her hücremde hissettiğim” türden bir mutlulukla karşılaşmadım. Biraz çekinirim tabi ilk başlarda ama alışırım galiba. İnsanlarla zor anlaşıyor olabilirim ama aramızda tartışma çıkmazsa gül gibi geçinir gideriz, vücudumda cirit atar durur, mutsuzluğumu döver, yalnızlığıma tükürür ve sonra tekrar aynı döngü. Şimdi şarkı bitti, bi defa daha dinlesem hiç fena olmaz…