NotesWhat is notes.io?

Notes brand slogan

Notes - notes.io

"USTA BENİ ÖLDÜRSENE!"

BİLGE KARASU





Alpay İzbırak için



“..Anlaşılan, çok yaşlanmış birtakım analar babalar,

iblisleşivermiş oldukları için çocuklarına varasıya, insan

yemeğe kalkıyorlar, arada bir. Öyküsünü anlattığımız

bu anaya gelince, çocukları, ölüsünü törenle kaldırdılar.

Düşünülürse, pek korkunç işmiş bu. Öyle anlatıldığı

rivayet olunur.”*



Analarının ölüsünü törenle kaldırabilmeleri için çocukların sağ kalması gerekir. Kalmadıkları da görülür ama.

İpten ipe, halkadan halkaya atarken kendilerini, cambazlar düşer ölür, ara ara. Yaşa. bakmaz bu ölümler. Ancak, "yaşlanmış bir cambazın yüzünde, burnu­nun sağ kanadı dibinde, yalnız benim görebildiğim bir ben belirmeye başlarsa, öbürleri gibi, o da, er geç ölecek demektir, biliyorum; artık ipten mi düşer, yolda mı çiğnenir, hastalanıp düştüğü döşeklerden mi kalkamaz, orasını kestiremiyo­rum işte," derse genç bir cambaz...

Gergin bir ipin iki ucundan doğru gelerek birbirinize yaklaşacak, güreşir gi­bi yapacaksınız; sonra biriniz yenilir, düşer gibi olacak, biriniz de arkasından atı­lıp onu havada yakalayacak, kurtaracak, onunla birlikte bir başka ipe, bir başka halkaya sarılırken herkesin yüreğini ağzına getirecek, bunların karşılığında da ek­mek parası kazanacaksınız.

Karşınızdaki cambaz, çok sevdiğiniz biri; yıllar boyu birlikte çalıştığınız, sey­reldiği görülmemiş acılarınızı, bizim yüzümüz hiç gülmez demeğe kendinizi alıştır­mış bile olsanız gelip sizi buluveren tek tük sevinçlerinizi, paylaştığınız biri; öyle deyiverelim. İpin ortasına yaklaşıyorsunuz, karşılıklı. Ansızın burnunun sağ kana­dının dibinde... O zaman, genç bir cambaz olarak, ne yapmanız gerekebileceği ko­nusunda kapıldığınız düşünceler...

Baştan alalım.

Karşısındaki ustasıydı.

Usta, bir yerde, yaşamanın yolunu da bulmakta ustalaşmış değil midir ki?

Karşısındaki, kendisini çocuk yaşında yanına almış, yetiştirmiş, sanatı öğretip onu bugüne getirmiş, genç cambazların en ünlülerinden biri yapmış olan ustasıy­dı.

Nicedir aralarındaki ilişki usta-çırak ilişkisi olmaktan çıkmıştı. Genci, yaşlısı­nın oğlu diye görüyordu kendini; usta da ona oğlu diye bakıyor, başkalarına "oğ­lum" diyerek gösteriyor, tanıtıyordu. Herhangi bir ustanın herhangi bir yetiştirme­sine "oğlum" diye seslenmesine benzememesi için, kendisine bir şey söyleyeceği za­man ona "oğlum" dememeğe, adını bile söylememeğe dikkat ediyordu. Konuşma­ları bir seslenmeyle başlamazdı zaten. Hani kendilerini unutup birbirlerinin dikka­tini çekmek üzere bir ses çıkaracak olsalar gırtlaklarından, ikisi de utanır, tıksınp gırtlak temizleyerek o sesi, yayıldığı havanın içinden silip yok etmeğe çabalarlardı. Söze, yarısından girişirler, bir gün, bir hafta önce kestikleri yerden bağlarlardı ko­nuşmalarını; ya da başını anlatmışçasına sonunu getirirlerdi. Bir anlık dalgınlık, sözün nereden gelip nereye dayanacağını hemen kestiremediklerini gösterecek en ufak bir im, bir kaşın kalkması, bir gözün kısılması, bir dudağın büzülmesi, en az, seslenmek ölçüsünde ayıptı onların gözünde. Bu yüzden, arkadaşları, yoldaşları, çoğu zaman, konuşmalarını izlemekte güçlük çeker, tuhaf tuhaf bakarlardı onla­ra. Bu alışkı içlerinde Öylesine yer etmişti ki cambazların, dünyada böyle konuşma­larını yadırgayabilecek kimselerin bulunabileceğini düşünemiyorlardı bile. Herkes­le böyle konuşmağa kalkarlar, utanç duymadan kalkan kaşların, kısılan gözlerin, büzülen dudakların karşısında neden sonra, uyanır gibi, uyanır ama aymaz gibi,bocalaya bocalaya, handiyse terler dökerek, .konuşmalarını anlaşılır kılmaya çaba­larlardı.

Genci, yaşlısının oğlu diye görürdü kendini; görürdü ya, ustasına babası di­ye değil de anası diye bakardı. Onu doğuran, emzirip büyüten, ona yaşamasını Öğreten anasıyla bir tutardı ustasını. Önceleri, böyle bir şey duyduğunun farkına ilk vardığı sıralarda, bu duygunun ayrıksılığından ürkmüş, sıkılmış, öylesine olma­yacak bir şeyi ustasına bile söylemeyeceğini, açamayacağını düşünmüştü. Sonra sonra, her düşüncesini bilen ustasına, ayrıksı da olsa bir duygusunu açamamasını daha da tuhaf bulmağa başlamış, bir gece, gösteriden sonra, karanlıkta yatarlar­ken, söyleyivermişti içindekini ona. Karşı köşedeki yataktan önce kesik kesik gül­me sesleri gelmişti. Böyle bir şeyi, ustasına da olsa, anlatmakla ne yanlış bir iş etti­ğini anlayarak basma yıkılan dünyanın altında kalmağa hazırlanırken, gülmesi düzgünleşmişti ustasının. Kahkahaları gün ağarmaya yüz tutarken ancak dinebilmişti; o zaman da "yahu sen ne şair adammışsın" demiş, ardından da horuldamağa baş­lamıştı. Düşünce ayrıksıydı, güldürmüştü ustasını; ama gene de hoşuna gitmişti, öyle anlaşılıyordu. Başına yıkılır gibi olan dünya toparlanıp yeniden düzene gir­mişti. Bir daha da sözü edilmemişti bu duygunun. Birliklerinin, birlikteliklerinin bir öğesi olmuştu.

Ne var ki, aylarca sonra, altlarında sallanan halkaya doğru, yanlış attığı bir adım yüzünden düşermiş gibi kendini bırakırken, onu havada yakalayıp "kurta­ran" ustasının elleri ona bir şeyler anımsatmıştı. Gösteriden sonra, patrondan pa­ralarını alırken, herkese iyi geceler dilerken, giyinirken, ustasının yanında evlerine giderken, o anımsadığı belirsiz şeyin ne olduğunu, ne idiğini çikarmağa çalıştı dur­du. Olmadı. Ertesi gece gene halkaya doğru "düşeceği" anda

Kafası karıştı. Bildi. Ustasında bulduğu analık öyle şairlik ürünü, edebiyat ürünü falan değildi. Amcasının odasından gelen hırıltıya kulak veriyordu kapah kapının Önünde. Sokmuyorlardı onu o odaya kaç gündür. Sokmadıkları için de, -mutfakla ayakyoluna, kapılardan içeri itilmedikçe, girmekten hoşlanmadığı için de,--sokak kapısının eşiğinde oturup akşamı etmişti kaç gündür sessiz sessiz. Şimdi, kapının önündeydi; hırıltıları dinliyor, kapıyı yavaş yavaş itiyordu. Kimse yoktu ortalıkta. Yani anası yoktu, babaannesi

Halka yaklaşırken, kemerine yapışması gereken ustasmm elleri onu ancak bi­leklerinden yakalayabidiydi. Anasının elleriydi bunlar, düpedüz. Ustası onu o ge­ce, odalarma girip soyunduktan sonra, paylamaya başladı. Çocukluğundan, ilk çı­raklığından bu yana hiç paylamamıştı onu böylesine. Susmuş, dinlemişti. Oysa, sa­atlerce sürmüş gibi uzayıp giden bu paylamadan sonra ustası "şimdi söyle, niye öyle oldu, nasıl dalabildin böyle?" deyince, dinlemediğini, dinler görünürken, din­lediğini sanırken kafasının hâlâ

Tutup anlatmıştı ustasına. Her şeyi o anda yaşar, görür gibi. Ustasmın za­ten bildiklerinden başlayarak: Babası ölmüştü, babaannesi bunamıştı, amcası evin parasını getiriyor, anası da evle birlikte hepsine bakıyordu. O sıralarda, iki yaşını dolduralı ancak iki üç ay geçmiş olsa gerekti, annesi sonraları öyle demişti çünkü. Zaten kendi de, kendim aynada görür gibiydi bunları anımsarken, sırtında kırmı­zı yeşil çiçekli basmadan bir entari vardı daha. Babaannesi gün boyu kalkmazdı oturduğu alçak, yanları gibi önü de destekli- acayip koltuktan. Koltuğun altında, koku keskinleşince, annesinin gelip döktüğü, kendininkine benzemeyen, daha bü­yük, daha yuvarlak, daha kırmızı bir oturak vardı. Havalar iyice ısındığı için kendi eşikte oturuyordu kaç gündür, sabahtan akşama dek; babaannesini de koltuğuyla birlikte kapının önüne çekmişti anası o sabah. Babaannesi hep uyuklardı. Anası yoktu ortalıkta. Hızlı hızlı çıkıp gitmişti, şimdi geleceğim diyerek. Kendi, yuvarlak, apak, parlak tokmağı çevirip kapıyı açabilmek şöyle dursun, o tokmağa erişemez­di bile; ama kapıya dayandıkça aralandığını anlamış, sonunda, artan hırıltılar için­de, -perdeler sımsıkı kapalı olsa gerekti, alacakaranlıktı içerisi, şimdi gibi gözleri­nin önüne geliyordu - sırt üstü yatan amcasına yaklaşmış, bakmıştı. Amcası onu görür gibi mi olmuştu, ağzı gülümsemek ister gibi gerilmiş miydi, yoksa bir şeyler söyler gibi olması ciğerlerinin son debelenişi miydi? Bu yaşında da bilmiyordu.

Ansızın bir el bileklerinden, bir el entarisinden yakalayıp sessizce dışarı çıkarmıştı onu, anasının elleriydi bunlar. Öbür adamsa, -anasıyla gelmiş olacaktı eve,-odadan çıktığı zaman başını sallamıştı. Anası da sesini çıkarmadan ayakyolunun eşiğine çökmüş, başını iki elinin arasına almıştı. Korkmuştu, sesini çıkarmıyordu o, sonra elini uzatmış, anasının dizine dokunmuştu. Anasının eli şakağından inip elini örtünce korkusu gitmişti. Amcasının yüzünde, burnunun -şimdi görür gibi de ondan biliyor sağını solunu - sağ kanadının dibinde, o güne dek hiç görme­miş olduğu kocaman lekeyi, beni düşünmeye başlamıştı.

O gece, bunları dinledikten sonra ustası onu gene paylamıştı. Ama kısa sür­müştü bu kez. Üstelik kendi de dikkatle dinlemişti ustasını. Böyle şeyler aklına ge­lemez, diyordu ustası; çalışırken böyle şeyler aklına gelmemeliydi. Onu ölümden kurtaracak eller, belini, bileğini bulmayabilirdi günün birinde.

Ustası böyle istediğine göre, özlük anıları, geçmişi olmayacaktı bundan böy­le; yalnız işini düşünecek, ustasına verecekti kafasını. Gönlünden, usundan sümeliydi anılarını, anasının, babaannesinin ölümlerinin anısını; silmişti de.

Silmişti de, bir tek anı dayanıp duruyordu bütün bu silme çabalarına karşm, direniyordu. Sonraları, anasmm, babaannesinin burunlarının sağ kanadı dibinde gördüğü benleri unutamıyordu. Öylesine bildiği, ezbere çizebileceğini sandığı o yüzlerde birkaç gün içinde gitgide bellileşen, her görüşünde "nasıl dikkat etmemi­şim" diye kendisini uzun uzun düşündüren, üzen, Öldükleri gün neredeyse zeytin iriliğini bulan

Anlamıştı. Ailesinin özelliklerinden biri olsa gerekti bu benler, Gerçekten de, daha önceleri, yoktu o nesneler o yüzlerde. Ancak öleceklerine yakın beliri­yor, büyüyor, öldükleri gün o iriliğe

Pek gençti daha. Öyle enikonu ölçülüp tartılmadan, taştan taşa vurulmadan edinilen bilgilerle yetinememesi gerektiğini öğrenmemişti. Bir gün, ustasının, yanı­na yeni aldığı bir çırağı ipin ortasında çalıştırırken

Bir yaz günüydü. Çadırın tepesine yalan bir yerde çalışmanın ne korkunç bir iş olabileceğini ancak cambazlar bilir. Ustası aşağıdan bakıyor, yönetiyordu on­ları. Yeni yetiştirmesinin bir hafta sonra ipe çıkıp seyirci önünde oynamasını isti­yordu. Oğlan sıkı çalışmak zorundaydı. Bu sıcakta ustalarını oralara çıkaramaya­caklarına, kendisi de kalfalığa yükseldiğine göre, yeni çırağı sıkı çalıştırmak da ken­disine düşerdi.

İpin ortasında durmuşlardı karşılıklı. Şimdi dikkat et, demişti karşısında du­ran yeni oğlana, terini de bir iyice sil, kaza çıkmasın... Oğlan silinmiş, tamam, de­mişti gözünün içine bakıp. O an görmüştü burnunun sağ kanadı dibindeki beni Çalışmışlar, inmişlerdi ipten. Yıkandıkları sırada takılmıştı oğlana, pek yakışıyor sana bu ben, diye. Oğlan önce garip garip bakmıştı. Ne beni, demişti sonra. Ay­naya bakmış görememişti. Kalfasının bu şakasına akıl- erdiremediğini söylemişti, biraz bozuk bir sesle. Kim bilir neler geçmiş olacaktı içinden oğlanın. Kirdi her­halde, kusura bakma, ben gibi görmüş olacağım, demişti o da. Ama ertesi gün ça­lışırken beni yerinde görmüştü gene. Daha da belliydi üstelik. Oğlan üç gün son­ra orta ipte kendi kendine çalışırken düşüp Ölmüştü. Koşup yetiştiğinde, benin yerinde durduğunu görmüştü, zeytin iriliğinde...

Ailesinin değil, kendi özelliğiydi demek. Başkasının görmediği benler görü­yor

Öleceklerini biliyordu o insanların. Sonradan kaç kez, bu özelliğinin tutarlığı­nı gerçeklemek olanağı bulmuştu. Korkuyla bakıyordu artık insanların yüzüne.

Sonraları, uzun bir süre, kimselerde ben görmez oldu. Kimse de ölmedi çev­resinde. İçi biraz rahatladı.

Söğütler o sıraya rastlıyor.

Bir bahar gecesi evlerine dönüyorlardı ustasıyla. Yalnızdılar artık. Usta ile oğlu. Yetiştirmeğe kalktığı üçüncü çırak da Ölünce -hepsinde beni görmüştü o, ama hepsi ipten düşerek ölmemişti- ustanın yanına çırak girmek isteyen çıkmaz olmuştu. Ustanın suçu yok, diyenler vardı; oğlanda kardeşkovan damarı olsa ge­rek... Diyenler de gelip bakıyor, iki kaşının arasını dikkatle gözden geçiriyor, ora­da görmeği bekledikleri damarı kimi görüyor, kimi görmüyordu. Kardeşkovan da­marını, bir sabah, ustası da aramıştı yüzünde. Görememişti. Öyle demişti hiç de­ğilse. Ama bu arada, sabah ışığının yumuşak parlaklığında, kendi bir şey görmüş­tü ustasının iki kaşı arasında. Kardeşkovan damarının mor çatalı yerine, oğultutmaz damarının yeşilimsi kamasını. Bunu ustasına söylemedi, söylemeyecekti. Usta­sına söyleyemeyeceği şey zaten içinde, usunda kalamazdı. Kalmadı da. Unuttu git­ti bunları.

İkisi de bu duruma üzülüyordu ya, yaşayışlarını başkalarıyla paylaşmak zo­runda kalmamağa da artık iyice alışmışlardı anlaşılan.

O bahar gecesi evlerine dönerlerken, önünden geçtikleri bir bahçenin bü­tün söğütlerinin budanmış, daha o sabah, incecik, körpecik yapracıklarla buğulu gibi duruşuna bakarak sevindikleri dalların kaldırıma atılıp yağılmış olduğunu gör­müşlerdi Ustası bunları çiğnememek için yola inmişti ama kendisi, saygıyla, sev­giyle, ağır ağır, cambaz ayaklarınm bütün yeğniliğiyle bu dal yığınlarına basarak yürümüştü. Gene taşlara bastığı zaman durmuş, havayı uzun uzun koldamış, usta­sına o anda bir su kıyısında, yeşilliğin, çimenlerin, otların içinde olmağı nasıl özle­diğini anlatmağa çalışmıştı.

O zaman gene azar işitmişti. Cambaz dediğin, insanların topluca yaşadıkları yerlerde çalışıp para kazanırdı. İnsanların topluca yaşadığı yerler ise, genellikle, öyle söğütlük, otluk su kıyılan olmazdı. Olursa ne iyiydi, ancak böyle yerlerin özle­mini içinde taşımak bile suçtu kendini bilen, cambaz için, hele kendisi gibi, çoğu vaktini büyük bir şehirde geçiren cambaz için. Cambaz, ipini düşünmeliydi; özlem­di, düştü, silmeliydi gönlünden.

Değil mi ki ustası öyle diyordu, öyle yapmalıydı, öyle yapacaktı. Yapmıştı da. Anılardan sonra, düşleri, özlemleri de silip atmıştı içinden. Ustasıydı Önemli olan, Öyle öğretilmişti kendisine; işinin önemi öğretile öğretile büyütülmüştü. Us­tası öğretmişti bunu. Onu o eden işiydi, işi olmalıydı. İşine duyduğu bu bağlılığı ustasına borçluydu. Her şeyi ondan öğrenmemiş miydi? Ona analık eden, ustası değil miydi? Ama her şeyi ondan mı öğrenmişti?.. Kendi, kendi benliğini ne ölçü­de oluşturmuş olabilirdi? Olabilir miydi, aynca? Ustası neler katmıştı kendisine, kendi neler katmıştı? Katmak ne demek oluyordu gerçekte? Önceden hiçbir şey getirmemiş miydi ustasının karşısına çıkarken? Her şeyini ustası mı biçimlemişti?

O halde herkes, ustasının kendini biçimleyişini, hayır, kendi biçimlenişin: çırağına aktarmasıyla mı biçimleni.

Kafası karışmıştı. Bu sorulan sormağa kalksa ustasına, ne karşılık alacağını biliyor gibiydi. Senin aklın ermez demeyecekti. Kendi kendine, şu anda, benim ak­lım bunlara şimdilik ermiyor ya bir gün gelecek erecek mi, diyordu. Ama ustası öyle demeyecekti. Ona, düşünme, diyecekti, o kadar. Ben öldükten sonra, sen de yanına bir çırak alıp yetiştirmeğe başladığın zaman bunları düşünmeğe başlar, hem kendini anlarsm, hem beni; diyecekti. Duymuş gibiydi, şimdiden, bu sözleri şimdiden işitmiş gibiydi. Demek ustasına erişen, onun ötesine bile taşan bir yanı vardı kendinin de. Bunları düşünebiliyordu... Ama kafasını daha çok yormadı bu konuda. Cambazlık, insanın -ölmek istemiyorsa- bütünüyle kendini ipe, halka­ya, ustaya, adıma, ele, göze vermesini gerektiren bir işti. Günün birinde, işi cam­bazlık değü de düşünmek olan birine rastlarsa, ona soracaktı bu soruları. Hoş, o adam da cambazların soracağı sorular üzerine düşünmüş olur muydu, ayrı ko­nu...

Aşağılarda, seyircilerin, oturdukları yerde dalga dalga ırganarak kendisini iz­lediklerinin bilincinde, ipin ortasında sıçrayıp takla atarken, birkaç kez, usunun başka yerlerde gezindiğini, ipten başka sorunlarla uğraştığını fark etmişti ansızın. Böyle şey olmazdı. Ustasının ruhu bile duymamalıydı öyle bir şey yaptığını. Kendi­ni zorladı, kafasını bir güzel temizledi. Düşünmez oldu artık iş başında. Ancak, bir kentten bir kente giderlerken, uzun yollar boyunca, uyur gibi yapıyor, ustasını bile kandırıyor, kendini koyveriyordu soru söğütlüklerinin, soruların yaş otlukları­nın arasına.

Her gösteriden önce mahallede kapı altlarından attıkları, kahvelere, kıraat­hanelere bıraktıkları, sokaklarda dağıttıkları el ilanlarının birer örneğini, her ge­ce, eve döndükten sonra özenip özel sandığına yerleştiren ustası, bir gece, artık yetiştin, usta cambaz oldun, bu işi sana bırakıyorum, dediğinde, bu sözlerin gö­nül okşayıcılığını bir yana iterek, bunlar da anı değil mi sanki usta, diye soracak olmuştu da, ustası kükremiş, yetişmemişsin daha, diyerek onu bir sıkı paylamıştı. Bunlar anı değü, ipimizden arta kalacak tek im; yaşayışımız, yaşadığımız, yaşantıla­rımız düpedüz, demişti. Her günle, her gösteriyle sırtımıza biraz daha binen ölü­mün yükü, bu sandığı artık kaldırıp taşıyamadiğimiz gün, tamam olacak, bizi çö­kertecektir, bunu iyi bil; bunlarda sen varsın, ben varım; yaşadığımızı gösterecek, başkasına olsun, bize olsun, gösterecek bir şey var mı elimizde, bu kâğıt yığının­dan başka?

Ama işte o gece, böyle paylandıktan sonra, aymıştı. Kâğıtlardan ötürü değil de, ustasının öfkesinden ötürü. Nasıl da sezememişri o güne dek?

Ustalık-çıraklık flişkflerinin doğal görünen öfkelerinin dışında kalıyordu bu değişik kükreyişler, bu kendisini -kendisinden de çok sanki gençliğini- sözlerle ezmeğe kalkmalar.

Ne zamandır dikkatini çekmiş olmalıydı bu parlamalardaki değişik özellik.

Ustam yaşlanmış. Her geçen günle biraz daha büyüyüp ustalaştığımı düşün­mekten, başkalarının da büyüyeceğini, yaşlanacağını düşünmeğe vakit mi bulama­dım, ne? Yanında yaşaya yaşaya yüzüne bakmamağa mı alışmışım, ne? diyor, körlüğüne kızıyordu. Gerçi insan, sevdiğinin büyüdüğünü ister de yaşlandığını, ölü­me yaklaştığım istemez. Bu sersemliğin farkına vardığıma göre ben de yaşlanmı­şım demek. O ise, artık, kim bilir?., diyor, arkasını getirmeğe yanaşmıyordu bu düşüncenin. Ya da getir emiyordu.

Ustası yaşlanmıştı. Daha önceleri, ustasının paylamalarını yalnız kendine yö­nelmiş sanırken şimdi anlıyordu ki bu öfkelerle, çok eski, çocukluğundaki, yeni yetmeliğindeki paylamalar arasında.

Nasıl da uyumuştu böyle? Ustasının bir şeyi yanlış yapabileceğini, yanlış bir şey söyleyebileceğini düşünemediği sürece

Oysa bu son zamanlar, yanılmış olabileceğini bile değil de, hani, belirli bir şeye, bir şeyciğe, dikkat etmemiş olabileceğini anıştırarak bir şey ağzından çıkma­ya görsündü! Parlayıveriyordu ustası. Bir zamanlar usundan bile geçirmediğini şimdi geçirmekle kalmayıp sezdirecek şeyler söylemeğe kalkıyordu işte, ustası kız­maz mıydı buna?

Günler geçtikçe, dikkatini buna vermeğe başladığı için olacak, bu düşünce­sinde yanılmadığım anlıyor, sezdiği pekişiyor, bilgiye dönüşüyordu. Ama artık bu konuda da ustalaştığı için iş başında böyle düşüncelerin kafasına yaklaşmasına bi­le meydan bırakmıyordu.

Bütün bir ömür boyunca, taşlarını teker teker taşıyıp, çatıp kurduğu bir ya­pının sonuna gelen bir yapı ustası, ördüğü duvarların bir yerinde bir çatlak, bir eksiklik, bir yanılgı bulunacak, bulunup kendisine gösterilecek olsa, nasıl kızarsa

Ama kendini beğenmeğe başlamıştı da ondan mı ustasının kusurlarını görü­yordu? Yoksa yanılgıların gölgesi, düşüncesi, düşü büe ustasını gitgide daha çok mu tedirgin ediyordu? Herkes gibi bir adam değil miydi ustası da? Herkesinki gi­bi olmayacak mıydı yaşlılığı, kocamışlığı? Çevresinde gördüğü insanlardan ustası­nın tek ayrımı, "usta" olması değü miydi? Bu ustalık, onu, başkalarına benzediği halde başkalarından üstün kılan, koruyan tek şey değü miydi? Kestiremiyordu ya, bunu kesinlikle bilmenin, Öğrenmenin de bir yararı olamayacağını anlıyordu. Us­tası eskiden de, sevgili çırağında, sevgili kalfasında gördüğü kusurları başkaları­nın yanında söyler, onu utandırırdı. O ise, günün birinde, başkalarının yanında, el ilanlarıyla dolu sandığın sözünü etmişti de gecesi bir güzel papara yemişti usta­sından. Bütün bunlar, kafasını gitgide kurcalıyor, karıştırıyordu. Ustasının anlatıl­masından hoşlanmadığı şeyleri, kimse bilmemeliydi, ama ustası, kalfasının anlatıl­masından hoşlanıp hoşlanmayacağını duşünmeden birtakım şeyleri başkasına ke­yifle anlatıyordu artık. Onu kızdırmak için yapmıyordu bunu, domuzluğundan yapmıyordu; beliydi bu. Anlattıklarında herhangi bir kötülük olabileceğini, sevgili kalfasını tedirgin edebileceğini usu almıyordu. O kadar. Yanlış bir iş yapabileceğini kafası almıyordu ki.

Sonunda karar verdi. Ustasma, ne yaparsa yapsın, kızmayacak, adamın yaş­landığını aklından çıkarmayacak, onu üzmemek için de, yanıldığını görse bile susa­caktı. İki gün önce, damdan düserçesine, "yaşamama yardım edilmesi gerekecek günün gelmesinden korkarım" demişti sabah çaylarım içerlerken, "senin yaşama­ma yardım etmen gerekecek günün gelmesinden... Yardımsız kalmalıyım ki köpek­ler gibi öleyim, diyorum arada bir. Diyorum ya, yük olmanın acısı, yapayalnız yaşamaktan kötü mü değil mi, bilemiyorum..." Bu sözler beyninde uğulduyordu hâlâ. Kararında bu sözlerin de payı vardı elbet. Ama karara vardığı gece içi rahatladı, deliksiz bir uyku uyudu, nice zamandır uyuyamadığı.

Ertesi sabah, gene karşılıklı oturmuş sabah çaylarını içerlerken ustanın bur­nunun sağ kanadı dibinde bir leke çarptı gözüne. Elini uzatıp silecekken kendini tuttu. Ustası o ben işini bilirdi. Usuna kötü bir şey gelirdi. Düşünmekten bile sa­kındı.

O gün büyük bir ölünün yaşı tutuluyordu. Akşama gösteri yoktu. Başını alıp çıktı kentin dışına. Eliyle koymuş gibi, bir derecik bozuntusu, bir söğütlük taslağı buldu. Yattı, gözünü göğe dikti, daldı... Ustasının Öleceği korkusu sardı yüreğini. Tut ki yanıldıydı, ustası bugünlerde ölmeyecekti. Ama bu düşünce ilk olarak gelip yüreğine korku salmıyor muydu? Ölümünü düşünebiliyordu demek. Artık düşü­nebiliyordu. Sevinebilirdi de bir yerde. Usta olup çıraklar alacaktı yanına, artık adam yetiştirecekti, artık düşünebilecek, yıllardır yığdığı sorulara teker teker karşı­lıklar arayacak, arayabilecekti. Karşılıklar bulmağa çalışacaktı. Ama kendi de

Ölen çırakları anımsadı. Ustasının kendisine böyle bağlanmasının bir nedeni de bu olamaz mıydı? Senden önce Üç çırak aldım yanıma, demişti bir gün, üçü de kazaya uğradı, seni aldıktan sonra kimseyi istemedim, yalnız seninle uğraşmalıy­dım, sen artık iyice yetiştin diye alıyorum bu çocuğu... (İpin ortasında durup çalış­tırırken burnunun sağ kanadı dibinde bir leke gördüğü çocuktu, ustanın bu dedi­ği. Onu aralarına aldıkları günün akşamıydı. Çocuğu yatırdıktan sonra anlatmıştı bunları kapının önünde. Yaz gecesinin o gürül gürül sıcağı içinde). O oğlanın ar­dından iki çırak daha ölmüştü.

Çocuğunu doğurup yitiren analara benzemiyor muydu ustası? Doğurup yiti­ren, ya da, düşüren?.. Kendi, kalfalığa erişmişti. Ustalığa yaklaşıyordu. Kendi de ölecek olsa... Ustası kurur gider, kahrından ölürdü, ustalığın eşiğindeki gençliğin­de ölüp yiten kalfasından ötürü. Kimseyi yetiştirememiş olurdu o zaman... Başka ustalar da vardı böyle, cambazlar arasında uğursuz sayılan. Çırakları ölen, kalfala­rı ölen. Hep gençliklerinde ölen... Kendi ustası da böyleydi, besbelli. Kimsecikler gelip böyle bir şeyi ona, ya da onun yanında, söylemeğe kalkışmazdı elbet. Ama söylenmeyen şeyler yok mu sayılır? Sanat, cambazlık sanatı, bu gibi ustalarda du­rup donuyordu anlaşılan. Çocuğu olmadan ölecek insanlar gibi. Bunların çoğu, sivriliyordu gerçi ustalar arasında, büyüklüğe yaklaşanı da az değüdi. Ama kuru­yan dallar, kısır kadınlar değiller miydi gerçekte? Hepsi, ustanın birinden yetişmişti. Ancak, bunlardan kimse yetişmeyecekti. Bunların soyu kurumuyordu gerçekte. Kuruyan, bunlardan doğacak olanlar soyuydu.

Ama kendisi vardı işte. Cebinden aynasını çıkarıp baktı burnunun sağ kana­dına. Değil ben, toz tozan bile yoktu. Yaşayacaktı demek, ustası da birini yetiştirebilmiş olacak, uğursuz soyun torunlarından sayılmaktan kurtulacaktı. Ustasının, bundan kurtulması için, ölmesi gerekmesi; çırağının, kalfasının, ölümünden sonra ustalığa yükselecek kalfasının yaşaması gerekmesi, bir bakıma

Düşüncelerinin bu yola girmesinden hoşlanmadı. Gülünçle acıklının, gülünçlü ile ağlanan böyle biribirine girmesi kafasını büsbütün karıştırıyordu.

Uyudu, uyandı. Güneş batıya doğru kayıyordu. Kafese dönmenin vakti yak-

laşıyor, dedi ansızın, yüksek sesle. Şaşırdı. Bu da nereden çıkmıştı? Ne zamandan beri

O sabah ustası elinden çayı bırakmış, kalkıp aynaya bakmıştı. Burnunun sağ kanadı dibindeki lekeyi o da görür müydü, diye yüreğini buran bir el dolaştı için­de; sonra da, usta da olsa beni görmesi güç, belki de olanaksız, dediydi içinden. Benleri gören kendisiydi Ustasının böyle bir şey gördüğünü hiç işitmemişti, hiç konuşmamışlardı. Zaten ustası burnundan çok gözlerine, kaşlarına bakmıştı gali­ba. Dönüp "bugün çalışmıyoruz, ipe çıkman da gereksiz, benim gibi moruğun ya­nında durup ne yapacaksın" demişti, "biz nasıl olsa gidiciyiz." Ya beni görmüştü -ama olacak şey değildi- ya da salt rastlantıydı bu sözlerin söylenmesi Boğaza düğümlenmişti. Neden sonra, "böyle konuşma" diyebilmişti, "ne söyleyeceğimi öğ­retmedin ki, bilmiyorum ne diyeceğimi böyle sözler karşısında." Gülmüştü ustası, "haydi git gez" demişti

Kafes... Vardı. Kendi sözlerinden de, ustasının sözlerinden de ortaya çıkıyordu bu.

Kafesten kaçılırdı. Kaçmaksa

Büyük bir cambaz olmak istemiyor muydu? Usta olmak için çalışmamış mıy­dı bunca yıl? İşini, sanatını, cambazlığını deliler gibi sev

Deliler gibi sevmek dediği şey büe usuna gelmiş değildi o güne dek. İnsan havayı sever mi? Havayı içine çeker, yaşar. O kadar. Bu da bir sözdü, bir kalıptı; işitip durduğu, günün birinde kullamverdiği.

İşini delilerden de beter seviyordu. Onsuz hiçbir şey olmazdı. Ama ustasını da seviyordu. Ondan da hiç ayılamadı.

Gene de, bütün bu tutkular, bu duygular, kimin elinden çıkmıştı, ustasının elinden değilse? İster tutku, ister sevgi Kafese dönecekti.

Akşam, ustasına baktı, burnunun dibindeki o leke biraz büyümüş gibi geldi İçine kaygılar doldu. Suyun kıyısında düşündüklerini, örttü kapattı bu kaygılar. Üçüncü gününde kuşkusu kalmamıştı. Ustası ölecekti Ben büyüyordu.

Aklı başından gitti. Ne yapacağını bilemiyordu; bakmaktan, benin büyüdüğü­nü görmekten öte' bir şey gelmiyordu elinden. Ne zamandır, bıraktıkları o pek tehlikeli yalancıktan güreşme numarasma dönmüşlerdi birkaç gündür. İpin orta­sında güreşirken, ustasının ölümüne yol açacak, ustasının ölümü kendi elinden olacak diye yüreği ağzına geliyor, bu şaşkınlıkla bir kaza yaparım diye büsbütün gönlü karanyordu. Bu ölümün başka ölümlere benzemeyeceğini biliyordu, ansı­zın korkunç bir yalnızlık içinde kalacağını biliyordu; bunları kurdukça da başını duvarlara vurası geliyordu. Böylesinin daha iyi olabileceğini düşün

düşünebilecek

düşünmekten korkmayacak birtakım kimseler vardır diye belli belirsiz bir şeyler seziyor da olsa...

Büyüyen bene baktıkça çaldırıyordu ya, içini dökebileceği tek insana hiçbir şey sezdirmemenin gerekliği onu eziyordu.

Benin zeytin iriliğini bulduğu akşam, ipin ortasında kendini kasarak, ustası­nın yaklaşmasına bakıyordu. Geldi Tutuştular. Ustasmdaydı yanlış adımı atma sı­rası o gece. Yay gibi gerilmişti Ustasının arkasından uçup onu yakalamak için.

En ufak fiskenin bile yıllarca kurup durduğu duvarı yıkabileceği korkularıyla par­layıp öfkelenen ustasını bir daha öfkelendirmek istemediği için, bu yanlış adımı at­makta geciktiğini söylemeyecekti oyundan sonra, bu gecikmenin farkına vardığını büe sezdirmeyecekti; hele yarm sabah olsun, bir şeyler uydururum, hastalanırım, ne bileyim, bir şeyler bulurum, ipe çıkmayalım derim, ya da bu sıcak havada sen çıkma, ben, elimden geldiğince, tek başıma seyircileri oyalayayım derim, diye gön­lünden fırtına gibi bir şeyler geçiriyor, hiçbiriyle ustasını kandıramayacağım sezi­yor, titizleniyordu; ama sezdirmeyecekti, sezdirmemeliydi, yumuşacık tutuyordu şimdi gövdesini, ustasının her devinimine göre ayarlayacaktı kendini; ük olarak, kimsecikler farkma varmasa büe, artık pek usta bir cambaz olduğunu önce kendi kendine, sonra da ustasma gösterecekti. Ustası ustaysa, ustasıysa, bunun gene de farkına varmalıydı, yarmak zorundaydı, kendisini alnından öpüp artık ustasın di­yebilmek zorundaydı. Gösterecekti kendini bu gece. Ustası belki de onu sınıyor­du, kalfasının içindeki korkudan habersiz, onun da bu sınanmadan habersiz oldu­ğunu düşünerek. Yitirdiği bunca çıraktan sonra, bunun ustalığa erişmesinin kı­vancım duymak için; ölmeden, yenilmeden, bugüne eriştiğini görerek kıvanmak için. Ama böyle şeyler düşünmek büe ustalığı daha hak etmediğini düşündürmez miydi? Ustası karşısında yitip gitmek üzereyken...

Bekliyordu. Ustanın son adımı atmasını bekliyordu hâlâ.

Ustası, orta ipin alımdaki halkaya tutunmuştu bile. Ama seyircilerin çepeçev­re sardığı, ince kum döşeli oyun alanı kendisine hızla yaklaşırken, bağırtüann, çığ­lıkların içinde seçemedi ustasının "vah şaşkın oğlum" diyen sesini. İşitemedi.

1970

     
 
what is notes.io
 

Notes.io is a web-based application for taking notes. You can take your notes and share with others people. If you like taking long notes, notes.io is designed for you. To date, over 8,000,000,000 notes created and continuing...

With notes.io;

  • * You can take a note from anywhere and any device with internet connection.
  • * You can share the notes in social platforms (YouTube, Facebook, Twitter, instagram etc.).
  • * You can quickly share your contents without website, blog and e-mail.
  • * You don't need to create any Account to share a note. As you wish you can use quick, easy and best shortened notes with sms, websites, e-mail, or messaging services (WhatsApp, iMessage, Telegram, Signal).
  • * Notes.io has fabulous infrastructure design for a short link and allows you to share the note as an easy and understandable link.

Fast: Notes.io is built for speed and performance. You can take a notes quickly and browse your archive.

Easy: Notes.io doesn’t require installation. Just write and share note!

Short: Notes.io’s url just 8 character. You’ll get shorten link of your note when you want to share. (Ex: notes.io/q )

Free: Notes.io works for 12 years and has been free since the day it was started.


You immediately create your first note and start sharing with the ones you wish. If you want to contact us, you can use the following communication channels;


Email: [email protected]

Twitter: http://twitter.com/notesio

Instagram: http://instagram.com/notes.io

Facebook: http://facebook.com/notesio



Regards;
Notes.io Team

     
 
Shortened Note Link
 
 
Looding Image
 
     
 
Long File
 
 

For written notes was greater than 18KB Unable to shorten.

To be smaller than 18KB, please organize your notes, or sign in.